Sensiz bir yıl (1)

Kemal ASLAN

Sensiz bir yıl geçti kardeşim. Hem bireysel hem toplumsal yaşamımda farklı gelişmeler oldu. Bireysel olarak içimdeki fırtınalarla uğraştım. Senin hastalığının ilk günlerinde Matadore adlı şiir kitabım çıkmıştı onu seninle paylaşamadım. Bu yılın Şubat ayında 69’uncu yaşıma armağan olarak Akış ve Arayış Toplu Şiirler 1 ve Eylül ayında ise Geceye Üç Şarkı ve Yarım Kalmış Şiirler adlı kitaplarımı çıkardım. Bu kitaplarım üzerine neler diyeceğini merak ediyorum. Sesini duyamayacağım, senin değerlendirmelerinden uzaktayım. Sen bilmediğim bir dünyadasın. Orada karşılaşabilir miyiz yeniden? Sen de şiir yazdığından şiir üzerine konuşabilirdik. Hayat yarım kalıyor bazen. Sana yaşadığım fırtınayı anlatabilirdim. Sen daha deneyimli olduğundan bana bu konularda akıl verirdin, dostça tavsiyelerde bulunurdun. İnsanın güvenebildiği bir dostunu kaybetmesinin ne olduğunu bilebilecek yaştayım. Giderek azalıyoruz zaten.

Biz seninle tartışa tartışa arkadaş, dost olmayı öğrendik. 1970’ler özgür tartışma olanaklarının her alanda olduğu bir zaman dilimiydi. Birbirimizi anlamaya çalıştık. Benzer yaralarımız vardı. Babalarımız bizi bir ağaç gibi köklü yetiştirmek için bildikleri geleneksel yöntemleri denediler. Senin baban babama göre 5-10 yaş daha büyüktü sanırsam. Ama benzer tarzda yetiştirilmişlerdi.

Benim babamın farkı Rodos’ta yaşamasıydı. Bu farkın ne olduğunu sen de bizim aile ortamına katıldığında gördün. “Kazım amca” derdin babama. Üniversite yıllarında birlikte babamla rakı içmiştik. Şimdi gülerek hatırladığım “tırşık” olayı geldi aklıma. Babam sana yemek yapıyor musun dediğinde evet demiştin. O da hangisini yaparsın diye sormuştu. Sen de bildiğin konularda her zaman yaptığın gibi omuzlarını dik tutarak yüzünde hafif bir tebessümle “tırşık” demiştin. Babam hangi malzemeler gerekli deyince patlıcan, kabak, domates, biber, soğan ve parça et demiştin. Aile evimiz Kurtuluş’ Sefa Meydanı’na yakındı. Sizin Eskişehir’deki eviniz gibi tek katlıydı vB üç oda, mutfak ve banyodan oluşuyordu. İki adımda manava bakkala gidiliyordu. Hemen malzemeler alındı. Sen ince işçilikle hazırladın. Hazırlaması mı uzun sürmüştü yoksa öğle saati yaklaşmış mıydı ki babam iki de bir “Orhan, ne zaman pişecek bu” demişti. Sen, çocukluğundan alışkın olduğun esnekliği burada göstererek “biraz sonra” diye cevap vermiştin. Ama soru ve yanıtlar uzun sürmüştü. Sonunda yemek olmuştu. Sen tutacak ile yemeği getirirken ayağın odanın girişindeki yaklaşık on santimlik yükseltiye takılmıştı sendeledin özene bezene hazırladığın tırşık yere dökülmüştü. Kaza geliyorum demez ya. Sen mahcup olmuştun. Babam o zaman çelebi tarvrını gösterdi hemen “Boş ver kısmetimiz değilmiş Orhan. Peynir ekmek yeriz” dedi. Sen de bu söz üzerine rahatlamıştın. Çünkü biz azarlanarak yetiştirilen, babalarının “çelik gibi olmasını beklediği” çocuklardandık. Babam kırılana, dökülene pek bir şey demezdi. Ancak o gün sen yeni bir ad edindin. Annem sana “Leyla” adını taktı. Dalgın, kafası karışık, âşık anlamında. O günden sonra bizim için sen Leyla’ydın. Benim telefon rehberimdeki adın da Leyla OT idi. Leyla Orhan Tanakıncı. Sen bu ismi sevmiştin. O kaza senin ailenin bir çocuğu yapmıştı. Hiç kızmadın, kabullendin. Zaman zaman bizde de kaldın. Babamın son nefesini verdiği zaman da yanımızdaydın. Aramızdaki tartışmalar hiç eksik olmadı. Çünkü sen muhalif olmak için hep farklı görüşleri de benimserdin. Bir gün sana dediğim gibi “sen lastiktin, ben plastik”. Sen yaşamında çocukluğundan itibaren varoluş tarzı olarak esnekliği öğrenmiştin, seçmiştin, bense plastiktik, sert ve katı. Kırılmalara rağmen vazgeçmeyen. Biz farklılıklarımızla bir arada olmayı deneyimledik. Ortak noktalarda buluşmayı öğrendik. On yıl önceydi sanırım bazı arkadaşlarınla siyasal kutuplaşma ortamında farklı tezler ileri sürdüğün için 30 yıllık dostunla bir daha konuşmamak üzere küsmüştün. O zaman bana “Biz birbirimize küsme vaktini geçtik. Ne olursa olsun. Tamam mı?” demiştin. Benim için sözün eylem olduğunu bildiğinden yanıtımı beklemiştin. Ben de “ tamam” demiştim. Beni de kaybetmek istemediğini biliyordum. İkimiz de analitik zekâya sahiptik. Neyi neden yaptığımızı biliyorduk.

Son 20 yıl insanların tahammüllerinin azaldığı, benzer cemaatler olma eğiliminin arttığı bir dönemdi. Bunun yansımaları her alanda oldu. Oysa biz 1970’li yıllarda özgürce farklı düşünceleri kendi içimizde tartışabiliyorduk. Ancak bir fraksiyonun egemen olduğu yerlerde farklılıklara tahammül yoktu. Özellikle 1973, 1974 yılları solun farklı akımlarının şiddete varmadan tartışma dönemiydi. Sonra büyü bozuldu, sol içi şiddet ve öldürmeler başladı. Ve bugüne kadar kimse de bu konuda özeleştiri yapmadı. Sanki o günler yaşanmamış gibi davranıldı. Biz seninle çok tartıştık. Sen karşındakini ölçmek için bazen onun karşıtı şeyleri söylemeyi severdin. Sana 1970’lerin ortalarında bir gün Beyazıt’ta sana “Senin küçükken az oyuncağın olmuş o yüzden sözcükler oyuncağın olmuş” demiştim. Sen de gülerek onaylamıştın. Aslında benim oyuncaklarım olsa da ben de sözcüklerle oynamayı küçük yaşımdan itibaren sevdim. Dil ve sözcükler bizim ikinci yurdumuzdu sığındığımız. Kırılganlıklarımızı, kızgınlıklarımızı, kederimizi, neşemizi, öfkemizi yani duygu durumlarımızı ifade etmenin bir aracıydı. Yazmaya düşkünlüğümüz de belki bundandı.

Dışardan sert, katı görünmemize rağmen içimizde büyümeyen küçücük bir çocuk vardı. Kırılgan, alıngan. Benzer yaralarımız vardı. Belki de onlar bizi birbirimize daha fazla yakınlaştırdı. Biz, yıllar içinde dost olmayı öğrendik hem iş hem de mesleki ortamda. Bu TRT sonrası akademik ortamda da sürdü. İstanbul Aydın Üniversitesi’nde yaklaşık üç yıl iyi bir ekip olarak çalıştık. Birlikte gençlik dönemimizde yapamadığımız bir şeyi gerçekleştirdik: Film de çektik. Senaryosunu benim yazdığım yönetmenliğini daha çok senin yaptığın öyküye dayanan bir tanıtım filmiydi. Yayınlanmadı ama benim arşivimde duruyor.

Sen yetenekliydin. Diyarbakır’da ilk eşinin ikiz çocuklarını kürtajla aldırmasını unutmamıştın. Kuru pastel kalemle çizdiğin kadın resimlerinde kan vardı. Sen Salacağı severdin, ilk eşin de oralıydı. Salacağı da çizdiğin resimler vardı. Karikatür de çizerdin. Birkaç çizgide beni tasvir eden karikatürü oluştururdun hemen. Bıyıklarım o zaman Gorki gibiydi. Kaşlarım ve çenem. Yıllar sonra saçlarımın seyrekleşmesi kalemine de yansımıştı.

Şiirlerin vardı. Son 4-5 yıldır bunları “Cahil Filozof” mahlasıyla yayınlıyordun. Gençlere öğütler de veriyordun. Görüşlerine katılmadıklarım oluyordu ama sen kendini ifade etmekten kaçmıyordun. Yıllar içinde ben hafifçe lastikleşirken sen de plastikleşiyordun. Sen daha diplomatik biçimde eleştirilerini sunarken ben daha doğrudan düz ifade ediyordum.  Ancak son yıllarda sen de doğrudan söylemeyi tercih eder oldun. Çok hassastın. Bir kelimeye, söze günlerce takılırdın benim gibi. Ama sen belli etmezdin. İnsan ilişkilerine nezaketi hiçbir zaman elden bırakmadın. Yaplığın hataları kısa süre içinde fark eder ve özür dilerdin…

(Devamı gelecek)