Selçuk’tan Kartalkaya’ya: Neoliberal yangınlar

Kerem YAVRU

Bundan yaklaşık üç ay önce İzmir Selçuk’ta, annelerinin hurda toplamak için dışarı çıkıp evde yalnız bıraktığı beş kardeş, sobanın devrilmesi sonucu çıkan yangında, dumandan zehirlenerek hayatlarını kaybetmişlerdi. Bu trajedinin ardından yer yerinden oynamalıydı, oynamadı… Her felakette olduğu gibi olay münferit bir hadiseye indirgenmeye çalışıldı; baba hapisteydi, anne sorumsuzdu vs. O annenin, derme çatma bir kulübede yaşayıp para kazanmak için en büyükleri beş yaşında olan beş çocuğunu yalnız bırakma çaresizliği ise “yetkililer” tarafından değerlendirilmesi ugyun bir konu olarak görülmemişti, zira değerlendirilse, koskoca bir yapının ve sistemin sorgulanması gerekirdi.

Bu kez 21 Ocak 2025 sabaha karşı Bolu Kartalkaya’da bir otelde yangın çıktı, 78 kişi hayatını kaybetti, hayatını kaybedenlerin 36’sı çocuktu. İktidar ve iktidarın yayın organlarında olay yine, otel sahibinin ihmalkârlığına indirgendi. Otel sahibi ise, yangın alarmının ve dedektörlerin çalışmamasının, çalışanların kabahati olduğunu söyledi. Yani yine “ihmaller” ve “hatalar” söz konusuydu, yapısal bir sorun yoktu; sistem saat gibi işliyordu, yalnızca bazen saatin pili zayıflıyordu, pil değiştirilince her şey normale dönecekti. Otelin sahibinin, sorumlu müdürünün bir takım cezalar alması, otelin işletme ruhsatının iptal edilmesi pilin değiştirilmesi anlamına geliyordu. Birkaç zaman sonra, aynı aktörler farklı bir isim altında aynı işi yapmaya devam edeceklerdi muhtemelen. Hafızasızlık bu toplumun girdabıdır.

Farklı siyasal partiler farklı ekonomik, siyasi, sosyal programlarla vatandaşın karşısına çıkarlar ve iktidara talip olurlar. Çoğu zaman oldukları şeyi gizleyen söylemlerle iktidarın yollarını açmaya çalışırlar. Adalet ve Kalkınma Partisi de, aslında sahip olduğu neliberal kimliği, muhafazakâr – milliyetçi söylemlerle gizlemeye çalışan bir partidir. 22 yıldır iktidarda olan bir partinin bu konuda başarılı olduğunu söyleyebiliriz.

AKP, başlarda kendisine karşı mesafeli olan İstanbul sermayesine karşı kendi sermaye sınıfını yaratmış, özellikle belediye ve kamu ihaleleriyle yeni bir zengin sınıfı oluşturmuştur. Sonrasında da bu zengin sınıfı ve AKP’nin kolay kolay yenilmeyeceğine ikna olan İstanbul sermayesi de, yapılan kanun değişiklikleri, hayata geçirilen yönetmelikler ve genelgeler, özelleştirmeler vs. ile adeta ihya olmuşlardır. Neoliberal paradigma gereği, iktidar sermayenin yolunu açmak için gerekli bütün adımları atmıştır. Kendisine oy veren yoksulların payına ise sosyal yardımlar ve TRT’deki kahramanlık dizileri düşmektedir.

Devletin bir şirket gibi yönetilmesi gerektiğini savunan cumhurbaşkanı, Sağlık Bakanlığına özel hastanesi olan birini, Milli Eğitim Bakanlığına özel okul sahibi birini ve Kültür ve Turizm Bakanlığına ise tur şirketi sahibi birini getirmekte bir beis görmemiştir. Bu kişilerin başında olduğu bakanlıkların, her biri piyasada önemli birer aktör olan bu şirketleri ve sektördeki diğer faaliyet gruplarını kamu adına denetlemesi beklenecekti. Artık elimizde sadece kâr maksimizasyonunu düşünen, şirketleşmiş bir devlet kalmıştır.

Devletin bir şirket gibi yönetilmesi beraberinde neleri getirdi peki? En başta, kamuya ait olan işletmelerin, birkaç yıllık kârlarına karşılık sermaye gruplarına satılması, merkezi hükümetin ve belediyelerin neredeyse bütün hizmetlerini ihaleler yoluyla şirketlerden alması, havaalanları, otoyollar gibi büyük inşaat projelerinde hazine garantisi verilerek şirketlerin ihya edilmesi ve daha bir dizi uygulama… Bütün bu uygulamaların tek bir amacı vardı: Sermayenin karını artırmak ve iktidarda kalmak! Hâl böyle olunca da ne beş çocuğu için hurda toplamak zorunda olan o annenin derin yoksulluğu umursanıyor ne de Kartalkaya’daki otelin denetimi yapılıyor.

İzmir’de beş çocuğun bulunduğu baraka yandığında yer yerinden oynamadığı için Kartalkaya’da koca otel cayır cayır yandı, içinde 78 kişi öldü. Geceliği 30.000 TL’ye oda satılan otelde yangın çıktı da yangın alarmı dahi çalmadı. Daha da önemlisi, “senin otelinin yangın alarmı çalışıyor mu” diye devlet adına kimse sormadı.

Bu ülkede milyonlarca insan hayatta kalmayı başardığı her gün için şükreder hale gelmiştir. Derin bir sessizlik ve umutsuzluk içinde, yaşamdan bir zevk almadan, adeta bir görev icabıyla yaşayan bir topluluktur artık bu diyardaki insanlar. Üstündeki ölü toprağını attığı gün, yeniden neşesini kazanacak, mücadele azmini kazanacak ve şirketlerin kulu kölesi değil, “vatandaş” olduğunu  hatırlayacaktır. O zaman büyüyemeden ölen bütün çocuklara; Narin’e, İzmir’deki beş kardeşe, Kartalkaya’daki 36 çocuk ve nicelerine karşı sorumluluğunu bir nebze olsun yerine getirebilmiş olacaktır.