Atina’ya ilk kez gitmek. Atina Gezi Notları 1
Kemal ASLAN
Atina’ya ilk kez gidecektik. Üç bin yıllık tarihi olan Anadolu gibi medeniyetin beşiği olan bir kente gidecektik. Yunanistan’ın başkenti merak etmiyor değildim. Türkiye’nin kentleri ile kıyaslanınca nasıldı? Hayat nasıl akıyordu? Aklımda sorularla gidecektim bu kente. Daha uygun fiyatlarla seyahat yapabilmek için Ekim ayında biletlerimizi almıştık. Bu kez otomobil ile değil; uçakla seyahat edecektik. Mahşerin Dört Atlısı olarak 26 Ocak’ta öğleden sonra bindik uçağa. Yolculuk bir saat beş dakika sürdü. Gümrükte fazla beklemeden geçtik. Yunanistan ile Türkiye arasında bir saat fark var. Havalimanında neredeyse Türkiye’de bindiğimiz saatte indik gibiydi. Bu Yunanistan’a giderken avantaj ancak dönüşte dezavantaj olacak. Havalimanından metro var. Kişi başı 9 avro. Biz 6 kişi olduğumuzdan ve kalacağımız apart hotele daha sonra nasıl gideceğimizi bilemediğimizden ya da riskli bulduğumuzdan taksiye binmek daha uygun geldi. Şansımıza büyük araç boş olarak bekliyordu. 6 kişi olduğumuzdan hemen bindik. Yaklaşık 40 dakikada Atina havalimanından kaldığımız Tsimiski’ye kişi başı 15 avro ödedik. Şehir içi trafik akışkandı. Akşam şehrin üzerine iniyordu. Bir şey dikkatimi çekti: Cadde boyunca lambalar yanmıyordu. Otomobillerin ışığıyla bir süre seyrettik. Sonra saat 18.05’te caddedeki tüm lambalar merkezi bir biçimde yandı. İlk izlenimim Atina’nın caddelerinin İstanbul’a benzediği yönündeydi.

Kaldığımız yer, Kolonaki’deydi. Dört katlı bir apart hoteldi. Oda anahtarımızı yine kapının girişinde kilitli bölümden alacaktık. Üç yer vardı, bize verilen şifreyi bir kez denememize rağmen olmadı. Bu tür durumların yarattığı endişe ve paniği kısa süreli de olsa yaşadık. Sonra bir buçuk metre ileride küçük bir pencereye bağlı kilitli bir küçük kutu gördük. Daha doğrusu Engin fark etti. Onu denedi ve kalacağımız yerin anahtarını bulduk. O sırada da iki genç evin kapısında belirdi. Bu ana kapıdan girişimizi kolaylaştırdı.
Her katta iki daire var. Binanın sahibi müziksever biri olacak ki her odanın üzerinde farklı bir sanatçının adı vardı. Biz ünlü rock grubu Led Zeppelin’in adını taşıyan odada kaldık. Giriş katında Elvis vardı, The Beatles da unutulmamıştı.
Asansör iki kişilik olduğundan üç kerede yukarı çıkabildik. Üç oda ve küçük bir salonun içinde mutfak vardı. Aslında masa düzeni dört kişiye göre olsa da biz idare ettik. Zaten beş kişinin oturabileceği iki ayrı koltuk da vardı. Hemen odalara eşyalarımızı koyduk. Terastan kaldığımız sokağın manzarasını çektim. Gece rengini vermeye başlamıştı akşama.
Kısa sürede akşam yemeği için dışarı çıktık. Sokakta çok sayıda otomobil park etmişti. Tıpkı bizde olduğu gibi. Aslında Atina’da yabancılık hissetmedim. Benzer bir ülkede bulunmanın rahatlığını yaşadım.
Kaldığımız evin önünde turunç ağacı vardı. Meyveleri koparılmamıştı. Yere yeni düşen turunçlardan birkaç tanesi toplayıp daha sonra yedik. Tadı greyfurtumsu yani hafif acımsı, ekşimsiydi.
Sokaklar İstanbul’daki bazı semtlerde olduğu gibi oldukça dardı. Şehir tepe üzerine kurulduğundan yokuş yukarıyaydı. Ben Tatavlalı olduğumdan sanki Kurtuluş’taymışım gibi hissettim. Burada binalar genellikle 4 ya da 6 katlı. On, on ki katlı binaların sayısı oldukça az. Şehrin mimari yapısının korunmasına özen gösterilmiş. Çarpık kentleşmenin izleri varsa da…

Sokağın hemen köşe başında bir market vardı. Alış-verişlerimizi daha çok oradan yaptık. Marketler saat 23.00’e kadar açık. Onun karşısında da Gouel adlı bir pastane. Bugüne kadar ekip olarak gittiğimiz yerlerde bu kadar yakında yiyecek içecek alacağımız bir mekân yoktu. Bu önemli bir avantaj.
Evlerin hemen hemen hepsinde teras var. Teraslarda çiçekler, ağaçlar ekili. Yeşil renk kentin her tarafında yok. İstanbul gibi gri renk burada da egemen. Ancak bunun eksikliğini teraslarda balkonlarda çiçek ağaç yetiştirerek gidermeye çalışıyorlar.
Bazı sokaklarda hareket yok, sessiz. Yürürken kaldırımların bozuk olduğunu fark ettim. Uzun zamandır yenilenmemiş. Buradaki yerel yönetim işini bilmiyor demek ki. Biz de olsa iki- üç yılda bir yenilenir kaldırımlar. Burada önemli değil. Bence buradakilerin bizimkilerden bu konuda öğreneceği şeyler var.
Yaklaşık bin 500 adımda Syntagma Meydanı’na geldik. Hepimiz de yürümeyi seviyoruz. Ana cadde de pek araç yok gibiydi. Yunan kültürünün ve ruhunun yaşandığı yer olarak biliniyor burası. Tavernalar, kafeler, restoranlar oldukça fazla. Yeme-içme, eğlenme mekânı burası. Bir anlamda bizim İstiklal caddesine benziyor. Dar sokaklar, 1960’lı yıllardan kalma mekânlar ilgi çekici.
Atina Akademisi’nin önünden geçtik. Caddede “Big Bus Athens” yazan şehir turu için tercih edilen otobüs geçiyordu. Bizim pek ihtiyacımız olmadı. Yürümeyi sevdiğimizden.

Kaldığımız yer Atina’nın ünlü semti Plaka’ya yakındı. Navigasyon bu kez tabanvayda yardımcı oldu. Ama itiraf etmeliyim Enginasyon – geçtiğimiz yerleri hatırlamada oldukça başarılıydı. Neredeyse navigasyonla yarış etti. O, Yunanca bilse benim favorim kesinlikle o olurdu.
Yolda yüzyıllık budanmış bir zeytin ağacı gördüm. Taze dalları yeni çıkıyordu. O da tüm zorluklara rağmen hayata tutunmaya çalışıyordu. Atina’da en çok zeytin ve turunç ağaçları var.
Her yerde olduğu gibi burada da evsizlere rastlamak mümkün. Tarihi bir binanın girişinde yapmış yatağını. Herkese rağmen her şeyin içinde. Yoksulluk günümüzün en temel sorunu.
Saat 20.00 civarı olmasına rağmen sokaklarda insanlar dolaşıyor, Almanya gibi değil!
Sokak satıcıları da köşe başlarında. Türkiye’deki gibi. Hâlâ ışıl ışıl olan restoranlar var yeni yıldan kalma. Önünden geçtiğimiz Athinaikon adlı restoran 1932 yılından bu yana hizmet veriyor. Plaka’ya giderken yolda Smyrni Baklava da dikkatimizi çekti.
Plaka’da insan yoğunluğu vardı. Bu saatte boş yerler olsa da birazdan oralar da dolacaktı. Atina’nın en ünlü yeri burası çünkü. Kenti ziyaret edenler ve kentte yaşayanların en çok uğradığı yer Plaka.

Güzergahta 1879’dan bu yana hizmet veren daha çok döner yapan Bairaktaris Tavern de dikkatimi çekti. Bir işletmenin 146 yıldır ayakta olması, sürekliğini koruması önemli. Açık havada da yerleri vardı bu mekânların. Bir zamanlar bizde İstiklal caddesinde masa konulması gibi. Ama burada belediye izin vermiş.
Akşam Plaka’da daha önce gelenlerin tavsiyesiyle açık havada Ristorante Atlentikos’ta yemeğimizi yedik. Yan masa ile arkamızdaki masada sekiz-on kişi Türkiye’den gelmişlerdi. Onların da tavsiyesine uyarak söylediğimiz morina balığı ile yapılmış fish and chips biraz tuzluydu. Çipuraların tadı iyiydi. Yunan salatası, karides ve midye Kavala’ya göre daha az lezzetliydi. Bir litre şarap iki bira içildi. Kişi başı 20 avro ödedik. Ama yediklerimizi pek lezzetli bulmadık. Atina’daki ilk gece umduğumuz gibi olmadı. Biz yine dönüşümüzü yürüyerek yaptık. Açık havada gece hava sıcaklığı düşük olduğundan biraz üşüdük.
Bir kilisede ayin vardı. Daha sonra Meçhul Asker Anıtı’nda askerlerin nöbet değişimine denk geldik. Bu anı yakalamak her zaman mümkün değil. Bu açıdan kendimizi şanslı addettik. Anıtın üstünde yer alan bina Yunan Parlamentosu.

Sonra marketten sabah kahvaltısı için peynir, yumurta, ekmek, yoğurt, su aldık. Günün yorgunluğu üzerimize çöktüğünden hemen yattık.