Antik Yerleşim Akropolis… Atina Gezi Notları 2

Antik Yerleşim Akropolis: Atina Gezi Notları 2

Kemal ASLAN

Sabah saat 09.00’a doğru kalktık. Meğer Engin her zamanki gibi erken kalkıp dışarı çıkmış bile. Ben kahvaltıyı hazırladım. Beyaz peynir, kaşar peyniri, domates ve yumurta. Ancak biz Engin’in börek getirmesini bekliyoruz. Hülya dayanamadı aradı,. Meğer çok yakınımızdaki bir Kafe’de kahve içmiş. Engin güne kahve içmeden başlamıyor. Ama illaki açık havada olacak. Yoksa Türkiye’den Nescafe getirmiştik. Bize kahvenin olması yeterli. Her ortamda içebiliriz. Hülya “Börek aldın mı? diye sorunca, dışarı çıkma nedenini hatırladı Engin. On dakika sonra peynirli, ıspanaklı börekle geldi. Ancak hepimiz Bougotsa almasını bekliyorduk. Her beklenti karşılanmadığında hayal kırıklığına yol açar. Bu kez de öyle oldu. Ama bunu fazla sitemkar olmadan dile getirdik. Meğer Saat ondan sonra Bougatsa bulmak pek mümkün değilmiş. İrmikli muhallebi ile yapılan bu böreğin tadı oldukça farklı. Buralara gelip de yememek olmaz. Engin de dersini aldı bence. “Yarın mutlaka alırım “dedi, dersini almış biri olarak. Saat 11.00’e geliyordu evden çıktığımızda. Kaldığımız semt Kolonaki, bir anlamda İstanbul’un Nişantaşı gibi.

Özlem kaldığımız yeri bulmuştu. Gezi planımızı Hülya yapmıştı; gezilecek görülecek yerleri o ayarlıyordu. Yürüyerek gitmeyi tercih ettik. Yine Enginasyon devredeydi. Bu kez diğer seyahatlerde olduğu gibi navigasyon sorunu yaşanmadı.

Hedefimiz Atina’da mutlaka gezilmesi gereken yerlerin başında gelen Akropolis’i görmek. Yukarı şehir anlamına geliyor. Bir tepeden başka bir tepeye çıkacağız. Uzaktan bakınca yol oldukça uzun görünüyor ama biz Türkiye’de yürümeye alışık bir kuşağız. “Yolların yürümekle aşınmayacağını” biliyoruz. Önce kaldığımız yerin terasını gündüz gözüyle çekiyorum. Küçük bir masa var. Gece biraz serin olduğundan dışarıda oturmadık. Yaz gecesi burada oturmak, sohbet etmek keyifli olur. Bir o anın hayalini kuruyorum kafamda. Belki bir gün yaz günü de geliriz buraya Mahşerin Dört Atlısı olarak.

Atina’nın gündüzü nasıl? Bu gün anlayacağız bunu. Gecenin sakinliğini insan ve araç trafiği almış durumda. Teraslardaki ağaçlar dikkatimi çekiyor. Atina’da bir anlamda İstanbul gibi yeşil alanlar şehrin belli bölgelerinde yoğunlaşmış. Bu nedenle teraslar, çatılar ağaçlarla kaplı. İnsanın yeşillik görmesi içini açıyor. Yeşilin insanda huzur veren bir yanı var.

Yürürken bazı yerlerde yolların ve kaldırımların bakımsız olduğu bariz biçimde görülüyordu.

Ara sokaklarda trafik akışı azdı. Grafiti sanatının örneklerini gündüzün görmek daha mümkün. Gecenin karanlığı duvarlardaki yazıları da örtüyor. Yürürken az sayıdaki bir telefon kulübesine rastlıyoruz. Müzelik bir eser bulmuş gibi hissediyoruz bir anda nedense. Bir hastanenin önünden geçiyoruz, İki ambulans bekliyor herhangi bir duruma müdahale etmek için. Yol boyunca kitapçılar var. Birinde Hannah Arendt’in eserlerini görüyorum. İnsanın okuduğu bir yazarın başka bir dilde de eseriyle karşılaşınca değişik bir duyguya kapılıyor. Türkiye’de Arendt’in eserlerinin çoğu çevrilmiş durumda. Yunanca bilmesem de 1944-1949 yıllarını kapsayan Yunan İç Savaşı’na ait olduğunu tahmin ettiğim bir eseri görünce fotoğraflamadan edemiyorum. İki ciltlik eserde yazar konuya hangi bakış açısıyla bakmış, yaşananları nasıl analiz etmiş merak ediyorum. Ama dilim yetersiz kalıyor. Oysa Rodos doğumlu ilkokul üçe kadar okuyan babam Rumca bilirdi. O, yaşasaydı anlardı belki. Ama yok!  Zihnimden bir an geçen düşünce uçup gidiyor yaşamın gerçekliği karşısında. Kitapçılarda insanlar var. Dijital kültür tümüyle herkesi kuşatmış değil daha. Basılı kitaplara ilgi var hâlâ. Kitapçıların bir arada olduğu yerde yazarların fotoğrafları var. Çoğunu tanımanın ferahlığını yaşıyorum birden. Bana farklı dünyanın kapılarını açan yazarları okumak, onların gözüyle dünyayı algılamak, yorumlamak bir şans. Türkiye’de çeviri oldukça gelişmiş durumda. Dünya edebiyatını yakından takip edebiliyoruz.

Trafik lambaları yalar için kısa süre yanıyor; onun için hızlıca yaya geçidinden geçmek gerekiyor. Gündüz gözüyle turunç ağaçlarının olduğu bir yerden geçiyoruz. Burada beş, on adımda bir turunç ağaçlarına rastlamak mümkün desem abartı olmaz. Bence Atina’da çoğunlukta olan zeytin ağacı. Ama şehrin farklı yerlerinde adeta birbirleriyle yarışıyorlar.

Yeni asfalt yapılmış bir yoldan geçiyoruz. Burada da asfaltlamanın zamanı yok demek ki.

Kökeni Platon’a dayanan Atina Akademisi’nin önüne geldiğimizde bir kalabalık olduğunu görüyoruz. 1926 yılında açılan akademinin tarihi neredeyse yüz yıla dayanıyor. Gençler aileleriyle birlikte gelmişler. Kimisinin ellerinde çiçek var. Mezuniyet töreni olduğu aşikâr. Türkiye’de 25 yıldır hoca olarak bu tür törenleri biliyorum. Muhabir olarak ise 1980’den itibaren bu tür törenleri izledim. Yabancısı değilim yani. Mezun olmanın coşkusu yüzlere hemen yansımış. Sonra iş bulma kaygısı başlayacak ama… Şimdi sevinci yaşama zamanı. Gençler sevdiği kızlara çiçek almışlar bugünün coşkusunu birlikte yaşamak için. Mutluluğa tanık olduk kısa süreli de olsa.

Yol güzergâhımızda elektrogitarla rock şarkılar çalan bir sokak müzisyenine rastlıyoruz. Biraz durup soluklanıyoruz. İnsanlar pek durup bakmıyor; geçip gidiyorlar. Bir sinema görüyoruz. Hepimiz film izlemeyi seviyoruz ama bugünkü planda bu yok. Belki bir başka gelişte bu mümkün.

Plaka’ya yaklaşınca trafiğinin de yoğunlaştığını görüyoruz. Bu normal. Çünkü burası kentin nabzının attığı önemli yerlerden biri. Motosiklet kullanımı da yaygın burada. Üstelik onların araçlarını koyabilecekleri bir parkları da var.

Burada yürürken antik döneme ait bir kalıntı görüyoruz. Orayı koruma altına almışlar. Kaldırımları yenilemek yerine onarmayı tercih ediyorlar. Ancak sabırsız birkaç kişi kurallara uymadığından ayak izleri kalıvermiş. Az ilerde Ekklisia Agias Ekaterinis katedrali var.

Yol boyunca restoran ve kafelerde öğle saati olmasına rağmen yoğunluk var. Biz de acıktığımız hissediyoruz ve Thanasssis’te oturuyoruz.  Türkiye’den gelenlerin izleri duvarda çerçeveletilmiş yazılarda yer alıyor. Beğeni sözcükleri duvarı süslüyor. Menü çok çeşitli bir litre şarap içiyoruz. Herkes tercihine göre etli kebap ya da döner tercih ediyor. Oldukça doyurucu. Kişi başı 15 avro ödüyoruz. Yediklerimizin tadını alıyoruz. Keyifli bir an yaşıyoruz. Artık Akropolis’e doğru yönelebiliriz.

Yürürken antik serlerin olduğu alanın demir perdelerle koruma altına alındığı görüyoruz. Giriş kapısını bulmak için yukarıya doğru yürüyoruz. Roman Agora (Meydan) yazan bir yerden geçiyoruz. Ancak buradan giriş yok. Siyahi biri gitarıyla şarkı söylüyor ama ilgi gösteren pek yok. Burası zeytin ağacı açısından oldukça zengin.

Eski meydanın güney kesiminin kente bakıldığında nelerin nasıl değiştiğini görmek mümkün. Korunaklı alanın dışında kalanlarda neredeyse yeşillik yok gibi. Müzenin girişinde eski Roma dönemini andıran askerler zırhlı kıyafetleriyle nöbet tutuyor. Bir tür nostalji. Geçmişin yok alan haşmeti belki de böyle vücut buluyor.

Basın kartı burada da işe yarıyor. Üç arkadaşımız bu olanaktan yararlanıyor. Ben getirmediğimden on avro veriyorum. Ama böyle bir yeni görmek için bu değer.

Artık Akropolis’in girişe geldiğimizden sevinçliyiz. Ama biraz yorulduğumuzu da söyleyebilirim. Daha tepelere çıkacağız. Yukarı çıktıkça kentin Akropolis’in etrafında dairesel bir genişleme içinde olduğunu fark ediyoruz. Akropolis’ten 360 derecede kenti görmek mümkün. Burası Milattan Önce 3 bin yıl önce yapılmış. Tarihi bir kent. Atina’nın insanlık tarihine yön verdiği zamanların izleri var hâlâ.

Kentin çarpık bir gelişme içinde hızla nasıl büyüdüğünü panoramik bir kuş bakışı ile buradan saptamak daha kolay.  Fotoğrafın bütününe bakmak deyimi bu nokta anlam kazanıyor.

Akropolis’te tapınak ve antik yapılar bulunuyor. Girişindeki kalenin sağlam kalan bölümü dikkat çekici. Birden Harput geldi aklıma, tepede yer alan fethetmesi zor o kent… Burası da tepe üzerine kurulduğundan savaş açısından avantaj sağlıyor. Bir de ovalar tarımsal alan olarak kullanılıyor eski zamanlarda. Şimdi ise dünyanın pek çok yerinde tarımsal alanlar inşaata açılıyor. Yeni emperyalizm arazileri bir rant alanı olarak görüyor. Mülkiyet hızla el değiştiriyor ve mülksüzleştirme yaygın biçimde gerçekleştiriliyor. Sormadım ama burada da durum aynıdır. Uzaktan amfitiyatronun fotoğrafını çekiyoruz. Şimdi de bir konser düzenlenebilir ya da oyun sahnelenebilir. Uygarlığın en önemli izi tiyatroya verilen önemde ortaya çıkıyor. Kentler kurulurken tapınakların yanı sıra kütüphane, tiyatro da ihmal edilmemesi gereken kurumlar arasında. Vazgeçilmezliği var onun da. Biz henüz bu bilince ulaşamadık daha. Bizde mabetler öncelikli. Belki Yunanlıların 5 bin yıl önce kavradıkları gerçeği biz de önümüzdeki asırda kabul edebilir hale gelebiliriz. Zihniyet değişikliğinin kolay gerçekleşmediği Anadolu topraklarında bunun zor olduğunu bilsem de umudumu kırmak istemiyorum.

Yukarı tırmanırken bir oyuk görüyoruz acaba kaleye giriş bağlantısı mı? Ya da kuşatma anında bir çıkış kapısı mı?

Restorasyon çalışmaları burada devam ediyor. Bizdeki gibi çimento ya da pimapen kullanılmıyor. “Öyle ecdada saygı” falan denilmeden çağdaş restorasyon yöntemleri kullanılıyor. Söz değil eylemle geleneklerine atalarına kültürel miraslarına saygı gösteriyorlar. Birden aklıma “Lafla peynir ekmek gemisi yürümez” atasözü geliyor nedense. Sözü çok seven ama tarihine düşman insanların çoğaldığı günümüzde.

Akropolise giden yolun merdivenlerinden çıkıyoruz. Bir zamanlar buralarda kimlerin geçtiği geliyor birden aklıma. Sokrates’i, Platon’u, Aristoteles’i düşünüyorum ilk anda. Dönemin filozoflarını, siyaset adamlarını… Tarihe yaptıklarıyla iz bırakan insanları… İnsanlık tarihinde rol oynayanları… İktidarların nasıl da geçici olduğunu… Nice muktedirlerin unutulduğunu… Sorates’i ölüme mahkûm edenlerin hatırlanmadığını ama onun hâlâ yaşadığını anımsadım nedense. Tarih bilinci kolay elde edilmiyor. Ama insan gündelik yaşamın kıskacı altında, derin bir kuşatılmışlığı yaşadığından uzun geçmiş üzerinden olaylara bakamıyor bazen.

Ey okuyucu Akropolis’in önemli mekanlarını daha sonra yazmam daha doğru olacak. Yoksa bu yazı sizleri sıkabilecek. Ara vermemi mazur görün.

(Devam gelecek yazıda)