Bir gazeteci olarak söz söylemenin  vazgeçilemez ağırlığı

Engin BAŞCI

Öyle bir zaman dilimindeyiz ki her gün yeni bir hikâyeye uyanıyoruz.

Her şey hızla değişiyor gibi görünse de temel sorunlarımız hep bizimle. Paramız yetmiyor mesela. Ay sonunu iple çekiyoruz. Maaşımız yattığında ise ödemeler sonunda elimizde bir şey kalmıyor.

Dolar, euro almış başını gidiyor.

Pazar tezgahları, market rafları el yakıyor.

TÜİK’in açıkladığı rakamlarla bizim yaşadığımız enflasyon ayrı dünyaların oranları. Ama gelirlerimiz buna göre belirleniyor.

Elbette bu söylediklerimiz bir işi olanlar için. İşsizlerin hali dram ötesi. Orada söz bitiyor…

Medya desteğiyle yaratılan bir algı düzeni bütün bu resmi pembeye boyuyor.

Velhasıl algı operasyonlarıyla şekillendirilen bu dünyada giderek dokunamadığımız bir hayatın seyircilerine dönüşüyoruz.

Seyrettiğimiz oyun uyutuyor bizi.

İçimizdeki bu uyku haliyle giderek bir yok oluşa doğru sürükleniyoruz. Bu yok oluş tahmin edersiniz ki fiziksel bir yok oluş hali değil. Karanlık bir girdabın içine çekiliyoruz… Yabancılaşıyoruz.

Sahte bir dünya yaratılıyor çevremizde. Pembe boyalı evler inşa ediliyor. Ve bu sanallık bizlere gerçekliğimizmiş gibi sunuluyor.

İster oyunbozan deyin ister başka bir şekilde niteleyin; ben bu oyunu reddediyorum…

Gazeteci ve bir akademisyen olarak bize düşen görev bu.

Doğruları söylemek zorundayız. Çünkü bizim işim gerçekle.

Sadece her şey yolunda diye bize yutturulmaya çalışılan ekonomik gerçekliğe değil, pek çok şeye itirazım var.

Kral çıplaksa çıplak demekten, yanlışları söylemekten başka çaremiz yok.

Çiftçiler durduk yere sokaklara dökülmedi mesela; onları görmeyecek miyiz?

Avrupa’daki eylemleri görüp bizdekilerde üç maymunu mu oynayacağız?

Maden işletmeleri tarafından hoyratça yok edilen yeşile ve kirletilen doğaya gözlerimizi ve kulaklarımızı mı kapatacağız?

Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmadığı bir hukuk devleti olabilir mi? Böyle bir duruma alkış tutabilir miyiz?

Bir milletvekilinin milletvekilleri tarafından, hem de Anayasa Mahkemesi kararına rağmen milletvekilliğini yapamaz hale getirilmesini, bu durumu meclis kürsüsünden eleştirilenlerin saldırıya uğramasını eleştirmeyecek miyiz?

Milli eğitim sistemimizdeki yanlışları ve aksaklıkları görmezden mi geleceğiz?

Yanlışları doğrularından çok olan, bir matematik neti bile olmadan üniversite kazanan (!) öğrencilerimizin haline sessiz mi kalacağız?

Gençlerimizin geleceği yurt dışında arama isteklerinin nedenlerini konuşmayacak mıyız?

Kanunla yapılması gereken düzenlemelerin bir tek imzayla yapıldığı (Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararlarıyla da tespit edilen) bir sistemin aksaklıklarını tartışmayacak mıyız?

Göçmen cenneti haline gelen Türkiye’de bunun yaratabileceği her türlü sorunu yazıp anlatmayacak mıyız?  

Biz nerede yanlış yapıyoruz diye sormayacak mıyız?

Akaryakıt fiyatlarının, elektrik ve doğalgaz faturalarının, otoyol ve köprü ücretlerinin yüksekliğini ve nedenlerini sorgulamayacak mıyız?

Ya ev kiralarını…

Ve tabii ki bir ücretlinin ömür boyu çalışarak alamayacağı hale gelen konut fiyatlarını…

Tüm bunları yazıp, çizip, konuşmayacak mıyız?

Bizden istenen makine öğrenmesiyle konuşan yapay zeka gibi kodlananları söylememiz ve yazmamızsa biz orada yokuz…

Bu anlamda bir gazeteci ve akademisyen olarak bize tanımlanın rolün ve içinde olmamız istenen çemberin dışındayım.

Özgür bir birey olmanın, gerçeğe ve halkın haber alma hakkına sadık kalan bir gazeteci gibi yaşamanın sorumluluğu bunu gerektirir.

Çünkü sizi kuşatan çemberin dışına çıkabilme hissi; özgürlük hissidir…

Ve bu çok önemli bir şeydir.

Böylesi tuhaf zamanlarda çok daha anlamlı ve değerlidir.

Gazeteci olmanın ve özgürce söz söyleyerek gerçeklere ışık tutabilmenin dayanılmaz ağırlığı bu mesleği yapan ve yapmak isteyen herkesin omuzlarındadır.

Unutulmaması gereken gerçek şudur:

Bir ülkede gazeteci ve bilim insanı susarsa herkes susar.

Herkesin sustuğu yerde hayat da çölleşir…