Buse Gülin
Nereye çıkıyordu içinde yaşadığımız şehirlerin sokakları? En son ne zaman büyük bir huzurla yürüyebildik kaldırımlarında? Nerede doyasıya vakit geçirme özgürlüğümüz? Nerede tadına derinlemesine varabildiğimiz huzurlu tenhalıklar? Artık var olmayan lükslere ağıt yakar hale geldik, rahatsız oluyoruz camdan dışarıya dahi bakmaya..
Kalabalık, trafik, huzursuzluk, stres, tahammülsüzlük, hoşgörüsüzlük.. Hepsini içinde barından “Bekleme sanatı” inşa ettik. Evet, büyük şehirlerin hali nüfus yoğunluğundan kaynaklı kaygı uyandıracak boyuta ulaştı. Tıkışıp kaldığımız kocaman yüz ölçümlerimiz var. Caddelere, bulvarlara, sahillere hatta denizlere sığamaz hale geldik. Her yerde aynı can sıkan boğuculuk var üstüne bizi saatlerce bulunduğumuz yerde asılı bırakıyor. ” Modern toplum” olarak adlandırdığımız şey ciddi bir çürümüşlük örneği aslında. Büyüdükçe, küçülüyoruz. Dışarıda alanımız yok. Bu yüzden yürüyemiyor, yemek yiyemiyor, etrafı izleyemiyoruz. Hayatı deneyimleme şeklimiz değişti, artık “sahici” anılar inşa edemiyoruz. Mutluluğumuz hep bir kursağımızda, hevesimizin kalbi hep kırık. Nereye gidersek gidelim, “alanımız yok.”
İnatla her şey bu cümleye çıkıyor. “Alanımız yok” çünkü aşırı kalabalığız. Yaşadığımız odalara hala ekstra göç alıyoruz. Kapasitesi doldu taştı her koridorun ama bu husus genel talebin önüne bir türlü geçemiyor. Sosyal hayat tükendi, kimse, metropol yaşayışından memnun değil. Şimdi yeniden soruyorum; nereye çıkıyordu şehrimizin sokakları? Hatırlayanımız var mı? Silindik hayattan yavaşça. Kalabalıktan kaçınmak için artık dışarı çıkmıyoruz. Çoğu kavşağın dahi hız limitini unutmuşuz. Virajları ani alıyoruz. Evlerimize mahkum olduk, sadece içerideyken güvende hissediyoruz. “Kendi alanlarımız” diye bir söz öbeği icat edilmiş, her günah çıkarma için savunma olarak sunuluyor.
İtelenmiş bahanelere sükut-u hayal çok fakat tüm cesareti ile itiraf edebilen pek yok. Dümdüz insanlıktan kaçıyoruz. Burunlarımız iyi koku alıyor ama artık iz sürmeye niyetlerimiz yok. Salonlarımızda oturup, dünyanın tadına Hd ekranlardan bakıyoruz. Bunun adına “yapay zeka” deniyor ama boşa. Sanal gerçekliğin ipi ile hiç bir dağın yolu çıkılmıyor.
Boğulana kadar suyun tabanında tutasım var bazı kötü gerçeklikleri. Bunların hepsi birer parazit, ruhumuzdan besleniyorlar. Sihirli asalarımız yok savuşturamıyoruz, bu yüzden her gün bir yenisi daha ekleniyor kişisel stoğumuza. İzole yaşayışlar, korkunç depresif duygular oluşturuyorlar üstelik mekanikleri hatasız çalışıyor bu yüzden çok hızlı büyüyorlar. Çoğumuzun idrak mekanizması Prozac’ın insiyatifine bağlı yaşam sürüyor. Günlük dozlarımızı aldığımız kadar insanız. Fazla kalabalık yalnızlaştırıyormuş. Şimdi dümdüz duvarlarına çakılı ekranlarına bakıyor insanlar.
Aşk/Haz hatta kırgınlık bile yapay olmuş, cihazlardan sesli komutla yazdırılabiliyorlar. Oysa ki kalabalıktan yalnızlaşmış, yalnızlıktan ise sanal bir gerçeklik yaratmışız. Hangisi daha kötü bilmiyorum, bir akşamüstü serinliğinde çaya çıkabileceğimiz kimse kalmamış. Tarihsiz bir günün batımında, Dolmabahçe’de, söylediğim sütlü filtre kahve ile sadece boy boy bilboard izliyorum çünkü her karış onlarla donatılmış. Nerede bu insanlar? Gerçekten kalabalığın görüntüsü bir diyagram. Sokaklar- caddeler hınca hınç dolu ama durup bir sütlaç dahi sipariş verebilen yok.
Aslında ne çok derdimiz varmış bizim! Birbirimize çarpa çarpa yürüyoruz, suratlarımızda cellat maskesi var. Gözler daima kaçıyor, dudaklar mühürlü… Yıllar oldu bir “Pardon” bile zor çıkıyor. Uzun soluklu bağrışmalara bile hasret kaldık, ortalık taze ekmek kokmuyor.. Bir gece yarısı vefa bozacısında yapılan buluşmalara hasretiz, artık ellerimi yakan leblebiler yok. Vefa orada duruyor belki ama içi boş…
Sahi nereye çıkıyordu şehrin sokakları?
Ya da artık şehrin sokakları hatta arttırıyorum şehrin kendisi gerçekten var mı?
Fotoğraf: Calabria Straordinaria, Chianalea of Scilla