Engin BAŞCI
Bugünlerde kara kışı yaşıyoruz.
Dışarısı soğuk, hava üşütüyor.
Böylesi havalarda evde olmayı, bir kitabın sayfalarında gezinmeyi ya da güzel bir film seyretmeyi severim.
Ama hep dışarıdadır gözüm.
Olan bitenlere bakar düşünürüm, sıcak bir çay eşliğinde bir iki satır karalarım, sözümü söylerim…
Pencereden bu kara kış tablosunu seyrederken izlediğim filmlerden birini anımsadım.
Sinemanın filozoflarından Theo Angelopoulos’un “Ağlayan Çayır” filmini.
Benim dağarcığıma kazınan ve hayatı anlamlandırmama katkı yapan filmleri birden çok izlemişliğim vardır.
“Ağlayan Çayır” da bunlardan biri…
Filmin ana karakteri Eleni’nin hikâyesi çok tanıdık bir hikâye…
Hayatın insanları savurduğu yerleri, arayışları, yalnızlığı, şiddeti, ötekine duyulan öfkeyi, erkek egemen bir dünyanın yarattığı kaotik yapıyı gördüklerimizden, yaşadıklarımızdan, tanıklıklarımızdan biliyoruz.
Angelopoulos’un filmindeki her imgede içinde yaşadığımız hayattan izler var.
Gazete sayfalarına, televizyon haberlerine baktığınızda bunların bir kısmını görüyorsunuz, çoğunu göremiyorsunuz.
Orada başka bir hikâye anlatılıyor.
Ama yaşıyorsunuz.
O yüzden biliyoruz.
Görülse de, bilinse de bir suskunluk bir sessizlik hali egemen yaşadığımız günlere.
İnsanın içinde yaşadığı hayata, başkalarının sorunları gibi görünen aslında hepimizi ilgilendiren sorunlara kayıtsız kalması, duyarsız ve vurdumduymaz olması üzücü.
Daha da üzücü olan, hatta endişe veren ise anormal olanın normal gibi görülmesi, dayatılanın kabullenilmesi…
Ben buna “şeyleşme” hali diyorum.
Bu varoluşsal açıdan son derece rahatsız edici bir durum.
Size tepeden bakan, sizi değersizleştirme ve hiçleştirmeye çabalayan, böylece kendi varoluş alanını genişletmeye çalışan bir zihniyetin tam da istediği şey bu.
Son dönemde yaşadığımız her şey bu gerçekliğin bir parçası gibi görünüyor.
Bu zamanların ikonik, aslında kapitalizmin popüler ve elverişli kavramıyla bu hiç de sürdürülebilir bir durum değil.
Yolun sonunda “özgür bireyin” kendini yok ettiği, toplumsal alanın ıssızlaştığı, herkesin kabuğuna çekildiği bir hayat var.
Hayatın bu şekilde kabullenilmesini ve yaşanmasını “kaplumbağa sendromu” olarak nitelendiriyorum.
Kaplumbağa gibi kabuğumuza çekilerek her şeyden korunduğumuz ve güvende olduğumuz yanılgısı yok oluş sürecinin başlangıcı aslında.
Bu size dayatılan her şeye teslim olmaktan öte bir anlam taşımıyor.
O müthiş şarkıda söylendiğince “sesini boğmak isterler”, çünkü çark böyle döner.
Çıkış yok mu?
Elbette var.
Aynı şarkıda denildiğince;
“Umudunu kesip incinme sakın,
Aç yüreğini bir merhabaya…”
O yüzden görmek, gereğini yapmak, katılmak gerekiyor.
Sese ses olmak, değer verdiğimiz ne varsa geleceğe taşımak için çaba sarf etmek önemli.
Unutmamak gerek; hayatta başka mevsimler de var.
Gün gelir biter bu kara kışlar.
Şairin dediğince elbet bahar da gelecek memleketime…
O yüzden gülümse…