İnce ince bir kar yağar gerçeklerin üzerine…

Engin BAŞCI

Karlı havaları hep sevmişimdir.

Bu sözü her söylediğimde bir an düşünüp utanmışımdır da…

Hatta kızmışımdır kendime…

Çünkü o anlarda Aşık Mahzuni Şerif’in yazdığı türkü gelir aklıma;

“İnce ince bir kar yağar fakirlerin üstüne,
Neden felek inanmıyor fukaranın sözüne,
Öldük öldük biz açlıktan, etme ağam n’olur…”

Sonra Yılmaz Güney ve Şerif Gören imzasını taşıyan “Yol” filmi…

Seyit Ali’in eşi Zine ile dondurucu soğukta çıktıkları yol hikâyesi bu ülke insanının hikâyesidir.

Kendisine dayatılan hayata karşı bir başka çıkış arayanların dramıdır.

Karın kapadığı yolların içinde yaşanan bir hayatın çıkmazlarını anlatır.

Ve bunu her düşündüğümde kar manzaralarının kartopu, kardan adam ve kartpostallık görüntüleriyle örtülen o sert gerçeklik çarpar yüzüme …

Üşürüm…

***

Yol filmi 1981’de çekildi.

Mahzuni Şerif türküsünü 1970’lerde yazdı…

Ancak karda üşüyenlerin, fakirin fukaranın yani hiç düşünülmeyenlerin hikâyesi çok çok öncelere dayanıyor.

Ve bu hikâye ne yazık ki benzer görüntülerle bugün de sürüyor.

Kentlerde yaşayanların gerçekliği ile kırsalda yaşayanların gerçekliği yoksulluk üzerinden bütünleşiyor.

Bir yanda karla kapanan yolların, yoksulluğun, geri kalmışlığın hikâyesi diğer yanda kiralarını bile ödemekte zorlananların, yakılamayan kombilerin ve sobaların bize anlattığı gerçeklik…

Ve bu gerçeklik ülkeyi yönetenlerin gazete ve televizyonlardan bize anlattıkları hikâyelere hiç benzemiyor.

Donan Çıldır gölüne buz pateni sporcularını götüren televizyon programcıları bile var.

Sonra çıkıp solculuk edebiyatı yapıyorlar.

Oysa karın yarattığı zorluklarla ve yoksullukla konuşulması yazılması gereken nice hikâye var memleketin dört bir yanında.

Karla kapanan yollar, dondurucu soğuklar, ulaşılamayan yerler, köy okullarındaki sorunlar, ödenemeyen  faturalar, sokaklarda yaşayanlar, fakir fukaralar…

O yüzden Mahzuni Şerif’in dediğince kar hep onların üzerine yağar.

Seyit Ali ve Zine’nin çıkış yollarını kapar.

***

Üstad Bekir Çoskun yazmıştı yıllar önce Ağrı’nın bir köy okulunda yaşananları.

Yıl ne 1950’lerdi, ne 1970’lerdi, ne de Yol filminin çekildiği 1980’ler…

2003 yılında Milenyum çağında yaşandı olay…

Yine mevsim kıştı.

“Neye yanarım” diye yazmıştı” Üstad,  Ağrı’daki harabe bir okulda öğrencilerini kurtarmak uğruna yanan yirmili yaşlardaki iki kadın öğretmenin haberlerinin medyada yeterince ilgi görmemesi üzerine…

Çocuklar üşümesin diye Aysun ve Burçin öğretmen okuldaki sobayı yakmaya çalışırken soba patlayıp alev almış.

Bunun üzerine iki öğretmen çocuklar yanmasın, o harabe okul zarar görmesin düşüncesiyle sobayı dışarı atmak için kucaklayıp yanmışlardı.

Üstadın bu yazıyı yazdığı sırada Burçin öğretmen hastane ölmüş, Aysun öğretmen de tedavi görüyormuş…

Üstad Bekir Coşkun, yazısında çocukluğunda kendisinin de yaşadığı gibi böylesi soğuk ve bakımsız sınıflarlarda ayak parmakları soğuktan sızlayan çocuklara dikkat çekmişti.

Ve;

“…Bir gün çocuklar yanmasın diye sobayı kucaklayacak kadar  yüreğinde görev dalgası , analık duygusu ve en çok da yiğitlik olan o genç öğretmenleri eminim hissettiniz.

Duyarlı bir ülkede olsaydı onlar ulusal kahraman ilan edilir, niçin yandıkları tartışılırdı.

Ne yapacaksınız ki değerlerini duygularını yitirmiş bir ülkede  bu söz konusu değil” diye eklemişti.

Yazısının  sonunda ise başta medya olmak üzere bu olaya duyarsız kalanları eleştirerek şöyle demişti:

“Çocukların ayak parmakları kadar sızlamıyor yürekleri…”

***

Böyledir işte bizim memleketin halleri.

Her şey değişir, yoksulların çilesi hiç bitmez.

İnce ince bir kar yağar gerçeklerin üzerine…

Ne görülür, ne duyulur, ne konuşulur…