İlk Kez Atina’ya Gitmek (5)… Hephaistos, Olimpos Zeus Tapınağı ve Panathenaic Stadyumu

İlk Kez Atina’ya Gitmek (5):

Tapınaklar Şehri Atina’da Uğrak Yerlerimiz Hephaistos ve Olimpos Zeus Tapınağı ile Panathenaic Stadyumu.

Kemal ASLAN

Müze çıkışında Batının ve Doğunun iki düşünürü Sokrates’in ve Konfüçyüs’ün heykelleri ile karşılaştık. Biri Batı’nın diğeri Doğu’nun iki önemli düşünürü. Çin uygarlığının önemli bir temsilcisi olan Konfüçyüs, (MÖ 551-471) 80 yıl yaşadı. Sokrates daha doğmadan bu dünyadan ayrılan Konfüçyüs, erdemli insan ve uyum içinde yaşayan bir toplum idealini dile getirdi. Düşünceleri Çin’in çimentosu oldu. Onun fikirlerinde Doğu toplumu ve devlet yapısı, mutluluğa ulaşma, insanın kendini tanıması gibi kavramlar ağırlıklı olarak yer alıyordu. Benzer düşünceleri Sokrat da bulmak mümkündü.

Sokrates, (MÖ 469-399) 70 yıl yaşadı. Batı’da felsefenin doğmasında kendi daha sonra kendi adını taşıyan sorgulamaya yöntemiyle anılıyor. Mantıksal tutarlılık onun için vazgeçilmez bir zorunluluk. Bir gün süren yargılamada ölüme mahkûm edilmesinden sonra kaçmasını teklif edenlere itibar etmedi. O, sözü ve eylemiyle yaşamın bir bütün olduğunun farkındaydı. Materyalizm karşıtı idealist bir felsefeci olan Sokrat, mutluluğun bilgiyle elde edilen erdem olduğu görüşündeydi. Onun yüzyıllardır bilinen bir sözünü tekrarlamakta fayda var: “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.” Paradoksal gibi gelen ve bilmenin kendisini de sorgulayan bir söz bu. Çünkü bilmediğini bilmek için de bilmek gerekiyor; bilince de bilmemişlik durumu ortadan kalkıyor. Üstelik o, “bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğim” diyerek öğrenmesi, bilmesi gereken şeylerin çok olduğuna göndermede bulunuyor.

Günümüzü düşününce oldukça mütevazı bir yaklaşım. Şimdilerde herkes ya statüleri ya unvanları gereği çok şey biliyor. Sanki konumları onların zihinlerinin, bedenlerinin bir parçası. Bunu da öyle övünerek yapıyorlar ki milyonların önünde “ben ….’yım” diyerek. Ama hayat onların bu konuda yeterli olmadığını sonradan gösteriyor. Benzerini akademik ortamda unvanlarına sığınan kişilerde görmek mümkün.

İkisinin de düşüncelerini öğrencileri gelecek kuşaklara aktardı. O sayede bizler düşüncelerini öğrenebildik. Bilgiye, erdeme değer verilmeyen günümüz dünyasında onlarla karşılaşmak iyi geldi. Temellerinde onların düşüncelerinin olduğu bir dünyanın nasıl barbarlaştığı, halkların da bu konuda hiçbir çabası olmadığını görmenin, bilmenin kederi üzerime çöktü birden. Ancak, ikisinin heykelleri “bir zamanlar biz başardık, siz de başarabilirsiniz, hayat, mücadeledir” fikrini yeniden zihnime kazıdı.

Yolda yürürken eski bir çınar ağacının yanından geçtik. Gövdesinde sayısız budanmanın izleri vardı. Ama o, her defasında yeniden genç dallarıyla uzanmayı başarabilmiş gökyüzüne. Bakmayı şimdi sararmış yapraklarıyla öyle solgun durduğuna. Siz onu asıl baharda görün yemyeşil yapraklarıyla nasıl gönlünüzü alır, içinizi ferahlatır. Her şey kendi mevsimini yaşıyor doğa da insanlar da.

500’ler Meclisi

Biraz ilerde kentin günlük işleriyle uğraşan her yıl vatandaşlar arasından seçilen 500’ler Meclisi var.  Şimdilerde yıkıntıları kalsa da demokratik geleneğin inşası açısından önemli bir işlev görmüş. İçimden “hatıran bile yeter” demek geliyor ama insan günlük yaşıyor. Hatıralar ise geçmişe ait. Geçmiş, bir an hatırlanıyor sonra uçup gidiyor yeniden hatırlayana kadar. Aslolan bugünde de o durumun daha iyi biçimde yaşanması.

Tarihi Agora’da mutlaka görülmesi gereken mekânlardan biri: Hephaistos Tapınağı. Tepede olduğundan onu görmezden gelmek mümkün değil. Cazibeli bir dilber gibi sizi kendine çekiyor; ondan kaçmak mümkün değil. Bir arkadaşım okusa “çok erkeksi bir dil” derdi. Yürüyerek o tepeye çıkıyoruz. Bu kez istediğini elde etmenin hazzını da yaşıyoruz. Yüzümüzde bir zafer kazanmış edası var. Çünkü dün çok uğraştık buraya gelmek için ama tam geldiğimizde ziyaret saati sona ermişti.

Hephaistos Tapınağı

Agoreos Koronos tepesinde yer alan Hephaistos Tapınağı Perikles’in yönetimi sırasında MÖ 460-415 yılları arasında yani 45 yılda yapılmış. Bölgede en iyi korunmuş antik tapınaklardan biri. Helenistik dönemin mimarisini yansıtan, 2 bin 500 yıldır ayakta olan tapınak bilime sırt dönmeden yapılan eserlerin nasıl da ayakta kalabildiğinin bir örneği. Şaşkınlığımız, biz de hala bu anlayışın geçerli olmaması. Yoksa 3-5 yıllık binalar, depremlerde kağıt gibi ezilir miydi?

Bu tapınak demircilik ve zanaatkârlığın tanrısı olan Hephaistos ile zanaatkârların ve işçilerin koruyucu tanrıçası Athena Ergane’ye adanmış. Bu tapınak sanat ve zanaatkâra verilen önemi ortaya koyuyor. Sanat, eşsiz ve biricik olanı; zanaat ise gündelik kullanımda işlevsel olan ve benzerlerini çoğaltma yani tekrar yoluyla yapılanı içeriyor.

Uzunluğu 31,5 metre genişliği ise yaklaşık 13,5 metre olan tapınağın kısa kenarlarda 6, uzun kenarlarda 13 sütun yer alıyor. Tapınağın içinde bulunan ana ibadet alanında iki sıra sütun var.  Tapınağın doğu cephesindeki frizler, mitolojik hikâyeleri ve tanrıları; Batı cephesindekiler ise Hephaistos’un ve onunla ilişkilendirilen mitolojik olayları aktarıyor.

Buraya çıkıp da aşağıya şöyle bir bakmamak olmaz. Yaklaşık üç saattir yürüyoruz; biraz soluklanmak için bir taşın üstünde biraz oturuyoruz.  Zeytin ağaçları ile çevrili tarihi Agora’nın az sayıda kalan eseri görülse de manzara ruhu okşuyor. Ortamdaki sessizlik, yeşilin yarattığı huzur, dinginlik hali iyi geliyor.

Bıttım Ağacı

Yürürken üzerinde küçük kırmızı renkli meyvelerin olduğu bir ağaca denk geliyoruz. Recep ve eşim hemen tadıyor. Hafif buruk ve ekşi bir tadı var. Bizler ne olduğunu bilemiyoruz. Onlar hemen “bu bıttım”  diyorlar. Şehirli olmanın doğadan ne kadar uzak olduğu bilgisi gündelik yaşamda böyle durumlarda ortaya çıkıyor. Aslında 1980’lerde bıttım konusunda az haber yapmadım özellikle Siirt’te. Yabani fıstık ağacı olarak bilinir. Sabununun kepeğe etkili olduğu kabul edilir. O zamanlar bende de çok kepek olduğundan kullanmıştım. Nedense bıttım ağacını böyle kırmızı meyveli biçimde hatırlamıyorum. Görsel hafızama güvenirim oysa.

Artık geldiğimiz yerlerden dönme zamanı. Dönüş yolu üzerinde bir kafede biraz oturup soluklanıyoruz. Çevremizde demir parmaklıkların önünde ve arkasında kediler var. Siyah kediyi yine görüyorum. Kivi geliyor aklıma yeniden. Şu an,  o anı düşünüyorum, hafif gülümseme beliriyor yüzümde. Şimdi biraz uzağım çünkü. Gerçi O, Salı günü benim odamın girişine geldi iki kere. Eğildim göz göze geldik, bir süre bakıştık. Sanki bana “neden uzaklaştın” der gibiydi. “Ah!, Kivi bunu sana nasıl anlatsam”, diyesim geldi. Konuşmadım, o an, susmayı tercih ettim. O da her zamanki gibi yavaş yavaş uzaklaştı.

Şu an bu yazıyı oluştururken yine o geldi aklıma, ne yapıyor? Nasıl diye?  İnsan, bazen kafasından silmek atmak istediğinde yani unutmaya meyilli olduğunda “o yokmuş” gibi davranıyor. Ancak onu anımsatacak olaylarla onu yeniden hatırlıyor, bunu da engellemek mümkün değil. Zihnin işleyişi böyle.

Balıklara masaj yaptırmak

Yol üstünde balıklarla stresi atma merkezinin önünden geçiyoruz. Koltuklara oturan insanlar çıplak biçimde bacaklarını küçük cam havuzlara sokuyor ve cam havuzun içindeki balıklar onlara dokunarak masaj yapıyor. Stres ve gerilimden uzaklaşmak için değişik bir yöntem. Biz de de Sivas Kangal’da balıklı kaplıca var. Buradaki modern ortamlara uygun bizdeki gibi doğal oluşum sonucu değil.

Dar, küçük sokaklarda eski yapılar korunmuş. İnsanlar bu evlerde yaşıyor. Bizim Tarlabaşı’nda da böyle yerler vardı ama o yerlerde yaşayan insanlar oraları terk ettiğinden bakımsızdı, kentsel dönüşüm adı altında yeni bir rant alanı haline getirildi. Atina’da böyle yerler tarihin bir parçası olarak görüldüğünden hâlâ korunuyor. Bizde böyle bir bakış açısı, bilinç olmadığından koruyamıyoruz.  Sermaye sınıfı da bu konuda aç.

Olimpus Zeus Tapınağı

Bugün Olimpos Zeus Tapınağı’nı da görmek istiyoruz. Atina’nın Merkezi’ndeki bu tapınağın yapımına MÖ 6. yüzyılda başlanmış ancak MS 2. yüzyılda Roma İmparatoru Hadrian döneminde yani yaklaşık 638 yıl sonra tamamlanabilmiş. 104 devasa sütunun yer aldığı bu tapınakta antik dünyanın en büyük kült heykellerinden biri de yer alıyormuş. MS 267’de bir barbar istilası sırasında yağmalandıktan sonra tapınak kullanılmaz hale gelmiş ve harabeye dönmüş. Şimdi o dönemden kalma 16 sütun bulunuyor. Onların da korunması için restorasyon çalışmaları yürütülüyor.

Yaşamak için direnen bir zeytin ağacı görüyorum. Toprak erozyonu sonucu köklerinin bir kısmı ortaya çıkmış. Ama o toprağın altındaki kökleriyle ayakta durmaya, yaşama tutunmaya çalışıyor, varlığını sürdürmek için çaba harcıyor. O da farklı zamanlarda budanmanın izlerini taşıyor gövdesinde. Üst üste gelen kötü olaylarla kuşatıldığımız şu dünyada onun bu halinden etkileniyorum; ne kadar diri tutabilirim onu bilmiyorum ama içimde küçücük de olsa bir umut beliriyor yeniden.

Bizdekine benzer hızlı tramvay geçiyor yanımızdan. Ancak duraklarda yoğun bekleyen insanlar yok. Hızlı tramvaylar da tıklım tıklım değil. Bu bölgede trafik akışında da yoğunluk yok. Ama sürücüler kurallara oldukça uyuyor. “Bir şey olmaz” mantığı yok!

Panathenaic Stadyumu

Yaklaşık 5 saattir yürüyoruz, yorgunuz ama buraya çok yakın olan Panathenaic Stadyumu görmeden gitmek olmaz. Giriş ücreti on avro. Basın kartı olanlardan para alınmıyor.  Tamamı mermerden yapılan stadyum bu özelliği ile dünyada tek. Burası daha önce (MÖ 400) bir hipodrommuş.   Panathenaic Oyunları için MS 144’te Atinalı bir Roma senatörü olan Herodes Atticus tarafından inşa edilmiş. 50 bin kişilik stadyum, 1870 ve 1875’te Zappas Olimpiyatları’na ev sahipliği yaptı.  1896’da düzenlenen ilk modern Olimpiyatların açılış ve kapanış törenleri Panathenaic Stadyumu’nda gerçekleştirildi.  Olimpiyatların sembolü stadın en görünür yerinde duruyor. Madalya alanların çıktıkları kürsüde turistler fotoğraf çektiriyor. Ben, Engin ve Recep de kürsüye çıkıp anlık, uçucu küçük bir sevinç de olsa o duyguyu yaşıyoruz.

Stadyumun hemen karşısında ücretsiz konteyner kabin tuvalet var. Şehrin başka yerlerinde bu tür tuvaletlere rastlamadık. Buraya çok turist gelebileceği düşünüldüğünden bu çözüm de düşünülmüş demek ki.

Yolumuzun üstünde Ulusal Park var. Hem farklı bir yerden geçeceğimizden hem de biraz da olsa dinleneceğimizden buradan geçmeyi tercih ediyoruz. 19’uncu yüzyılda kraliyet bahçesi olarak düzenlenen yaklaşık 15,5 hektar büyüklüğündeki Ulusal Park Yunanistan Parlamento Binası’nın arkasında yer alıyor.  Çok farklı ağaç ve bitki çeşitleri var.

Karşımıza birden eskiden kongre ve sergi merkezi olarak kullanılan tarihi bir yapı çıkıyor: Zappion. Theophil Hansen’in tasarladığı yapının inşaatı 14 yılda tamamlanmış. 20 Ekim 1888’de hizmete açılan Zappion, 1896 Yaz Olimpiyatları’nda eskrim müsabakalarına ev sahipliği yapmış. 1906 Ara Olimpiyatları’nda ise Olimpiyat Köyü olarak kullanılmış.

Artık, hem dinlenmek hem de günün yorgunluğunu atmak istiyoruz. Yol güzergâhında adalara tur düzenleyen şirketlerin önünden geçiyoruz. Şimdilerde pek talep yok. Tahmin etmek hiç de zor değil: Kış ayları dışında turlara ilgi çoktur. Biz de eylülde Bodrum’dan Kos’a gitmiştik iki günlüğüne.

 Yürürken Yunanistan’ın ünlü armatörü Onasis adına kurulan vakfa ait Kültür Merkezi’nin önünden geçiyoruz. Biraz ilerde restoranların bulunduğu mekânda bir sokak şarkıcısı gitarıyla Yunanca ezgiler söylüyor. Pek ilgilenen olmasa da o şarkılarını söylüyor.  Sokaklar hayatın ritminin attığı, yakalandığı yerlerdir. Sokak şarkıcıları da farklı sesleri, şarkılarıyla hayatın monotonluğundan uzaklaştırır insanı. Müziğin tınıları insanı harekete geçirir, anılarını canlandırır. İçindeki sese karşılık bulur insan müzikle.

Kahve Molası ve Anılar

Biz de bir kahve molası veriyoruz kendimize. O sırada masamıza gezici bir sokak şarkıcısı geliyor. Zorba’yı çalıyor. Anlıyorum ki anılardan kaçamıyor insan. Belki de biz anılar toplamıyız. 1970’li yıllara gidiyorum. Hem Kazancakis’in romanını okuduğumu hatırlıyorum. Hem de sonradan filmi izlediğimi. İki yıldır bu dünyada olmayan Orhan ile o dönemde konuşmalarımızı, tartışmalarımızı hatırlıyorum. Zihin bu neyin ne zaman hatırlanacağına o karar veriyor. İstemeden bazı olaylarla insan bağlantı kuruyor.

Biraz yürüdükten sonra 1971 yılından bu yana hizmet veren Taverna Thomas’ta oturuyoruz. İçerisi kalabalık olduğundan biz dışarıda oturmayı tercih ediyoruz. Yan masada da Türkiye’den gelen iki ayrı aile var. Hava biraz serin. Ev yapımı beyaz şarabı tercih ediyoruz. Salata, balık ve midye istiyoruz. Yemekleri lezzetli, fiyatlar da uygun. Kişi başı 20 avro ödüyoruz. Kaldığımız yer yakın. Yürüyerek dönmeyi tercih ediyorum. Eve vardığımızda yaklaşık 20 bin adım yürüdüğümüzü fark ediyorum. Uzun zamandır bu kadar yürümemiştim. 1990’larda meslek gereği yürüdüğüm olmuştur ama o zamanlar adım ölçer yoktu!.

Geceye içmeye evde devam ediyoruz. Saat 01.30’da hepimizin üzerine yorgunluk çöküyor, odalarımıza gidiyoruz. Bakalım yarın kaçta kalkacağız.