Sanat Yoksulluğu…

Buse Gülin

İstanbul, Türkiye’nin kalbi olarak gösterilen, kültürel çeşitliliği fazlasıyla barındıran bir şehir olarak tanımlansa da, sanırım sözlü telaffuzun arkasında kamufle edilen büyük bir negatif sapma var.

İstanbul’un halkı olarak, bize hitap edebilen kaç sanat aktivitesine dahil olabiliyoruz? Daha doğrusu, soruyu şu şekilde sormak daha önem arz ediyor sanırım: İstanbul’da gerçekten halkın erişimine tamamen açık, yoğun bir sanat sirkülasyonu mevcut mudur?

– Cevabımız tabii ki hayır.

Sanatı, kalbinin tam ortasına yerleştirmiş, fazlasıyla bilinen sayıca sınırlı birkaç mekan yıllardır halka hizmet ediyor. İstanbullular olarak, sanatsal aktivitelere dahil olmak için, gidebileceğimiz lokasyonların listesine sahibiz oysaki sanat sokaktadır.

Toplumsal yaşamın her noktasında bir nota, eşsiz bir koreografi, gözümüze batan bir manzara hatta uzun/kısa soluklu izleyicisi olabileceğimiz anlar bulabiliriz. Hayat sokaktır, dolayısıyla sanatta sokaktadır. Neden buna erişebilmek için belirli mekanlarımız var ki? Bu belirlenmiş rotalara ait olma problemi, sanatçının da perspektifini etkilemeye başladı.

Çok uzun süredir kamusal alanda, ansızın ortaya çıkan bir sanatçıya rastlamıyorum. Her şey planlı, rotasyonlu, süreli, stratejik şekilde hazırlanıp, halka belirli bir ücret karşılığında veya mekansal sınırlama çerçevesinde servis ediliyor. Dolayısıyla, “sanat yoksulluğu” çekiyoruz çünkü şu haliyle, sanat, toplumun her kesimine ait bir olgu olmaktan çok uzak kalıyor.

İster istemez oluşan belirli bir kitleselleşme var . Müzelerin, sanat galerilerinin, sergilerin, festivallerin, bienallerin veya konserlerin nereden geldiği belli olmayan bir terminolojisi oluşmuş durumda. Garip ve histerik bir grupsallaşma seziyorum. Her lokasyonun dinleyicisi/ izleyicisi/ ziyaretçisi belirli bir kategoriye oturtulmuş. Dolayısıyla herhangi bir kategorisi/ sınıfı/ terminolojisi olmayan güruhun ister istemez mahrum kaldığı ya da kendisini “ait olmama” duygusu sebebiyle mahrum bıraktığı bir hal ortaya çıkıyor.

Bu da hepimizi önce sanattan, sonra ise birbirimizden uzaklaştırıyor çünkü yine bu garip zincirleme etki, sanatı sadece herhangi bir “kategoriye” veya sokak diliyle “sınıfa” aidiyeti olan kesimin hakkı gibi gösteriyor. İşin üzücü yanı şudur ki; toplum bu ideolojiyi içselleştirmiş durumda ve inşa edilen bu soyut sınırlamalara göre, uzun süredir konforu öldüren bir izolasyon sistemine adaptasyon gösteriyor .

Böylelikle kültürel çeşitlilikten doğacak birliği ve uyumu sert bir dille toprağa veriyoruz. Nedense dayanıklılığı güçlü tabutlar inşa etmeye duyduğumuz bir tutku var. İşçiliği o kadar iyi ki yüzeyleri hiç delinmiyor.

“Sanat, toplum içindir” argümanına geri dönüyorum. Dolayısıyla, şu soruyu yöneltmekte sakınca görmüyorum: Sanat toplum için icra ediliyor ve toplumun değerler bütününü yansıtıyorsa, hangi sanat türü sadece burjuvaziye yönelebilir? Ya da burjuvazi sanatın içerisinde nasıl nefes alabilir? Bu yanlış ve sonucu olmayan denklemi çözmek için vakit harcamanın sadece kayıp olduğu görüşündeyim. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, denklem bozuk olduğu için sonuç çıkmayacak. Dolayısıyla, bu dinamikteki tüm matematiği değiştirmek gerekiyor.

Sanatı daha fazla sokağa dökmeli, kökleşmiş mekanların/lokasyonların içlerinden çıkarmalıyız. Sanat, her yere taşmalı. Sanatçı her yerde, her saatte karşımıza çıkabilmeli. Böylelikle sanat ve sanatçı herkese ait olmayı başarabilir, herkesten bir iz barındırabilir; ancak bu şekilde “sanatta sınıfsallaşma” mantığının önünü kesebiliriz.