Kanat devletten kıta içi devlete dönüşmek: Türkiye’nin bugününü anlamak

Kemal Aslan

Türkiye’nin bugününü anlamak için 1990’ların iyi kavranması gerekiyor. 1989’da Berlin Duvarı’nın çökmesi, 26 Aralık 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla uluslararası ilişkilerde dönüşüm yaşandı. Çok kutuplu dünyadan tek kutupluluğa geçiş, neo-liberalizmin her alanda dayatılması, kapitalizmin “zaferi’nin” “ideolojilerin ve tarihin sonu olarak sunulması” bu döneme denk geldi.

1945-1989 dönemi arasında süren Soğuk Savaş döneminde Türkiye NATO’ya katıldığı (18 Şubat 1952) andan itibaren kanat devlet olarak varlığını sürdürdü. Kanat Devlet büyük bir gücün altında (Amerikan emperyalizmi) Sovyetler Birliği başta olmak üzere sosyalist blokun yapacağı bir saldırıda NATO güçlerinin devreye gireceği zamana kadar -en az 24 saat- karşı bloktan gelebilecek bir saldırıyı durdurabilecek bir stratejinin parçasıydı. Kanat devletin kendi içinde hareket kabiliyeti bağlı bulunduğu ittifak çerçevesinde bulunuyordu. Bu da Türkiye’ye Atatürk döneminden itibaren uygulanan dengeli, çok yönlü bölgesel politikaları yürütebilme olanağı veriyordu. Zaman zaman ABD’nin taleplerine de sınırlı da olsa karşı çıkabilmesi de bundandı. Ancak bu çıkışlar ve 1960’larda Kıbrıs konusunda ABD ile yaşanan gerilim sonrası yeni arayışlar ABD’nin Türkiye’yi kendi ekseninde tutması için silahlı güçler üzerinden kontrol etmeye yöneltti. Bu açıdan bakıldığından 1960’dan itibaren yapılan darbelerde ABD’nin rolünün olması Batı bloku içinde Türkiye’yi ve benzer ülkeleri kontrol altında tutma uygulamalarıydı.

1990’lardan sonra Türkiye kanat devletten kıta içi devlete dönüştü. Kıta içi devlet,  etrafı çok sayıda devletle çevrili ve aralarında gerilim ve çatışma alanları olan devlettir. Örneğin kıta içi devlet olan Almanya beş ülke (Hollanda, Fransa, İsviçre, Avusturya ve Polonya) ile komşudur. Komşu ülkelerinden İsviçre hariç diğer dördü Avrupa Birliği’ne üyedir.  Ortak amaçlar, çıkarlar nedeniyle bu ülkeler arasında çatışma ve gerilim ortamı bu yeni süreçte (Avrupa Birliği) bulunmamaktadır. Bu birliğin dağılması durumunda tarihsel çıkarlar ve sorunlar yeniden yüzeye çıkabilir.

Türkiye gibi kanat devlet olan yedi devlet (İtalya, Avusturya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk ve Yunanistan) ile komşu olan Yugoslavya kıta içi devlete dönüşmesi sonucu dağılma ve parçalanma sürecini yaşamıştır. Bu jeopolitik dönüşümün yanı sıra Yugoslavya’da etnik milliyetçiliğin yükselmesi ve bölgedeki büyük güçlerin bunu desteklemesinin de bu parçalanma sürecinde rolü bulunmaktadır. İç devlete dönüşmenin risklerinin ne olduğu uluslararası ilişkilerde Yugoslavya örneğinden anlaşılmıştır. 1991 yılında yaşanan bu süreçten Türkiye de kendine ders çıkarmıştır.

Özellikle PKK terör örgütüne karşı paradigma değişikliğine gidildi.  “Düşük yoğunluklu savaş” konsepti bu döneme denk gelmektedir. DYP-SHP koalisyon hükümetlerinin demokrasi talepleri ve “Kürt realitesinin tanınması” yönündeki adımlar,1992’de Nevruz kutlamaları sırasında yaşananlar ve 23 Mart’ta gazeteci İzzet Kezer’in öldürülmesi, 33 askerin şehit edilmesi ile Türkiye daha çok kendi içine döndü. 1500’e yakın faili meçhul cinayet oldu, köyler boşaltıldı, büyükşehirlere göç hızlandı. Türkiye’nin önemli aydınları (Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Musa Anter) öldürüldü. Sivas katliamı yapıldı. Demokrasi yönündeki çabalara ket vuruldu.

1989’larda başlayan emekçilerin, memurların hak arama ve örgütlenme mücadeleleri 2000’lere gelindiğinde erimeye başladı. Yani demokrasiyi sürdürecek sınıf ve tabakalarda eski dinamizm kalmadı. Görünüşte demokrasiden yana olan düzenin partileri 1999 depremi ve 2001 ekonomik krizinden sonra etkisiz hale geldi. Merkez sağ ve merkez sol partilerin çöktüğü bu dönemde küresel kapitalizmin çıkarlarıyla bütünleşen neo-liberal muhafazakârların 2001’de kurdukları Ak Parti, 2002’de iktidara geldi. Önce Avrupa Birliği çerçevesinde demokrasi taleplerini gündeme getiren Ak Parti döneminde siyasal yaşamda belirleyici konumda olan askerlerin gücünü kırmak için “Ergenekon”, “Balyoz” gibi davalarda FETÖ ile işbirliği yapıldı. TÜSİAD’ın Başkanlarından Ali Koçman’ın “bugüne kadar askerler Türkiye’yi yönetti, artık biz yönetmek istiyoruz” sözü bu süreçte gerçekleştirildi. Yani büyük burjuvazinin talebi ile Ak Parti’nin uygulaması kesişti.

Kıta içi devlet ya da iç devlet var oluşunu sürdürmek için özgürlük ve demokrasiden vazgeçmektedir. Üstelik demokrasi taleplerini gerçekleştirecek etkili sınıf ve tabakaların dinamizmi olmadığında otoriterleşme daha çabuk olabilmektedir. 2017’de yaşanan rejim değişikliği –parlamenter sistemden devlet başkanlığı hükümet sistemine geçiş- bu sürecin bir parçasıdır. 2016’da yaşanan 15 Temmuz Darbe girişimi olmasaydı bu rejim değişikliğini yapmak kolay olmayacaktı. Zira dönemin başbakanı ve Ak Parti Genel Başkanı Davutoğlu da “başkanlık sistemine yönelik tartışmalar bitmiştir” demişti. Ancak darbe sonrası otoriterleşme ve tek adam rejiminin kurulmasıYalçın Küçük’ün saptamasıyla “Türkiye’deki büyük burjuvazinin, sivil ve askeri bürokrasinin” arzusunun gerçekleştirilmesiydi. Bu dönem seçim kazanmış bir partinin genel başkanı olan (AK Parti) Davutoğlu’nun olağanüstü kongre ile hem başbakanlıktan hem de Ak Parti Genel Başkanlığı’ndan ayrılmak zorunda kalması da Türkiye siyasi tarihinde bir ilk olarak hatırlanmalıdır.

Türkiye’nin 2000’li yıllarda ABD dışında arayışlara yönelmesi de devletin -egemen güçlerin- bir arayışı olarak değerlendirilmelidir. Rusya ve Çin ile yakınlaşma, bölgesel güç olma arayışları, Suriye ve Irak’a yönelik politikalar da bu çerçevede değerlendirilmelidir. Hatta Büyük Orta Doğu Projesi içinde yer alınması da devleti yöneten egemen sınıfların kıta içi devletin doğurabileceği sonuçları önlemeye yönelik bir çaba gibi görülebilir. Çünkü egemen sınıflar kendi çıkarları doğrultusunda iç ve dış politikaları belirlerler, ittifaklar kurarlar. Gerçi son yıllarda Suriye politikasında geleneksel devlet anlayışına uygun davranılması, maceracı politikalardan uzaklaşılması daha doğru bir yaklaşımdır.

Türkiye, bölgede ABD emperyalizmi ile uzlaştığı (BOP çerçevesinde yeni devletlerin kurulması)  ve çatıştığı konular (Kürt Devleti’nin kurulması) bulunmaktadır. Bu nedenle yeniden bölgedeki ülkeler ile daha dengeli ve karşılıklı çıkara dayalı bir politika geliştirmektedir.

Kıta içi devlet olarak bölgede barış ve istikrarın sürdürülmesi bölgedeki ülkelerin toprak bütünlüğünün ve bağımsızlığının savunulması geleceğe umutla bakmanın bir yoludur. Tersine maceracı politikaların ulusların, halkların yararına olmadığı ortadadır. Orta Doğu 5 bin yıldır savaşların, kan ve gözyaşının merkezidir. Yaşananlardan ders çıkarılması, barış ve istikrarın sağlanması açısından önemlidir. Ancak, tarihten gelen sorunların yaşandığı kabilecilik anlayışının aşılmadığı bölgede bu sürecin gerçekleştirilmesi zor olsa da bunu başarmanın dışında başka da çare yoktur.

Türkiye’de kıta içi devletin gereklilikleri 1990’lardan itibaren adım adım gerçekleştirilmiştir. Bu sürece uygun siyasal rejim değişikliğini kendi siyasal programı çerçevesinde uygulayan Ak Parti gelinen aşamada karşıt olduğu şeyin asimetrik modelini yaratmaktadır.

Sorunlu olsa da demokrasi geleneği olan Türkiye’de kendi karşıtlarını da yaratan otoriterleşme süreci “dar bir elbise” olarak çoğulcu toplum yapısına uygun gelmemektedir. Açılmak istenen parantez önümüzdeki dönem kapanmak zorundadır. Çünkü Türkiye’de küçük burjuvazi ve orta sınıflar ile emekçiler demokrasi taleplerini farklı zeminlerde ortaya koymaktadır. Yaşanan ekonomik sıkıntılara yeterince çözüm getirilememesi de demokrasi arayışını güçlendirmektedir. Bu siyasal ve ekonomik talepler, en azından Avrupa Birliği’ne tam üyelik perspektifi olan bir siyasal programla bütünleştirilmeli ve kıta içi devlet olmanın yarattığı gerilim aşılmalıdır.