Kemal ASLAN
Bulgaristan’a daha önce iki kez gitmiştim 1990’lı yıllarda. İlkinde seçimlerle ilgiliydi, ikincisi ise dönemin başbakanı Mesut Yılmaz’ın Ziraat Bankası’nın Sofya Şubesi’nin açılışıyla ilgiliydi. İkisinde de Sofya’da kalmıştım. Oranın renkli gece hayatına da tanık olmuştum. Özellikle ikinci seyahatte Kadir Uzunoğulları ve Özkan Ergin ile güzel anılarımız olmuştu. Bu üçüncü gidişim resmi bir görevle ilgili değildi. TRT’den 20 ila 30 yıl arasında değişen dostluklara dayanan bir ekiple gittik. Biz kendimize Mahşerin Dört Atlısı diyoruz: Ben, Recep, Özlem, Engin ve eşi Hülya. Sınanmış dostluklar var. Acıların, kederlerin ve sevinçlerin paylaşımları var. Kimi zaman sert tartışmalar, kırıcı olmamaya özen gösteren konuşmalar var. Alınganlıklar, sınır aşımları, birbirine tahammül, en önemlisi karşılıklı anlayış ve empati var. Ön yargısız anlamaya çalışma var. O, bunu neden yaptı? Acaba bir sorunu mu var? Gerginlik ve çatışma ortamında gereğinde alttan alma var. Gurur, kibir yok. Herkes şunun şurasında birbirini anlayan, birlikte mücadele vererek ateş çemberinden öyle ya da böyle geçen az sayıda kişi olduğunun farkında. İnsan, dostlarının yanında hata da yapabilir. Önemli olan bu hatanın fark edilmesi ve tekrarlanmamasıdır. Mahşerin Dört Atlısı olarak yüreklerimizi epeydir açtığımızdan birbirimize karşı davranışlarımıza eşit ilişki temelinde birbirimize eleştirel yaklaşsak da sorunun ne olduğunu anlamaya, yargılamamaya çalışıyoruz. Kolay olan etiketlemek, yargılamak. Güvene dayanan bu dostluk ilişkileri öyle bir günde kurulmuyor. Herkesin birbirini anlaması zaman alıyor.
Mahşerin Dört Atlısı ile bu yıl Yunanistan’a da gitmiştik. Benim de dahil olduğum bu ikinci ortak seyahatimizdi. Bu sefer tek eksiklik benim eşimin olmayışıydı. Son 20 gündür Bulgaristan’a gitmeyi konuşuyorduk. Özlem, Airbnb aracılığıyla Varna’da ve Nesebar’da kalacağımız yerleri ayarladı. Beşinci gün Balçhik’te (Balçık) –Varna’ya bağlı bir yerleşim merkezi) kalmayı planladık ama yola çıktığımızda kalacak yerimiz belli değildi.
Bu sefer tek araçla gideceğimizden arka bagaja sığacak biçimde küçük bavul ya da sırt çantası ile yetinmek zorundaydık. Hepimiz buna özen gösterdik.
Şirinevlerde Recep ile Özlem beni aldıklarında saat 07.30’du. Yaklaşık yarım saat sonra Beylikdüzü’nde Enginlerin kaldığı sitenin önündeydik. Orda araçları değiştirdik ve Engin’in otomobiline bavul ve sırt çantalarımızı koyduk. 08.30’da yola çıktık. Engin her zamanki gibi otomobili temkinli kullandı ve hız limitlerine azami ölçüde uydu. Hafta içi sabah saatlerinde trafik açıktı. İstanbul’dan ayrılmanın geride bıraktıklarımızdan bir süre uzaklaşmanın hüznü içindeydim. Birkaç gün sonra yeniden karşılaşacağımızı bilsem de. İnsan seyahatlerde özlediklerini de beraberinde götürüyor.
Kırklareli güzergâhı üzerinden Dereköy Sınır Kapısı’na ulaşmayı hedefliyoruz. Ben bu sınır kapısından 1990’larda bir kere geçmiştim. Bir kere de Kapıkule Sınır Kapısı’ndan… 1989’da Bulgaristan’da Jivkov’un Türklere yönelik uyguladığı asimilasyon politikası sonucu 300 bine yakın soydaşımız Kapıkule Kapısı’ndan karayolu ve trenle gelmişti. O yıllarda ben de bu konuda haber yapan muhabirlerden biriydim. Hatta 1989’u 1990’a bağlayan 31 Aralık gecesi –yılbaşı- sınır kapısının kapatılmasına tanık olmuştum. Ailelerin bir kısmı bölünmüş biçimde kalmıştı. Kapıkule ile farklı anılarım olsa da bir gezi- izlenim yazısında daha fazla ayrıntıya girmeyi gerekli bulmam.
Yol boyunca Trakya bölgesinde hububat hasadının tamamlandığının izleri duruyordu tarlalarda. Bereketlidir toprağı Trakya’nın. Yüzleri gülen, çalışmayı ve eğlenmeyi bilen insanları vardır bu bölgenin.
Trakya’da yol boyunca güneşe yüzlerini dönmüş ay çiçeği tarlaları karşılıyor bizi. Zaten bölgede en çok üretimi yapılan ilk üç ürün arasında (buğday, ay çiçeği, pirinç)ay çiçeği buğdaydan sonra ikinci sırada yer alıyor.
Bölgede yaklaşık 4 milyon dekarlık alanda ay çiçeği ekiliyor. Türkiye’nin ay çiçeği üretiminin yüzde 40’ından fazlası bu bölgeden karşılanıyor. Çiftçiler için ay çiçeği en önemli gelir kaynağı. Ayçiçeği hasadı üç ay sonra yani Ekim’de. Çiftçilere uygun taban fiyat verilecek mi? Onların emekleri değerlendirilecek mi? Yoksa başka tarımsal ürünlerde olduğu gibi küstürülecek mi? Ekim ayında bu konu üzerinde durabiliriz.
Tarlalardaki sarı renk içimdeki hüznü çoğaltıyor. İnsanın kendine gelmesi, yaşadıklarına mesafeli bakması, olanları yeniden değerlendirmesi, için bulunduğu ortamdan uzaklaşması gerekiyor. Bu içinde olunan ruh haline de daha nesnel değerlendirmenin bir koşulu. Van Gogh’un ay çiçeği ile ilgili tabloları canlanıyor bir süre zihnimde.
Sürücü koltuğunun yanında önde oturduğumdan arada bir dalınca Engin’in sorularına da yanıt veremiyorum. O, bunu dalgınlığıma bağlıyor, kırılmıyor. Alınganlık yapmıyor. Böyle durumlarda ben alıngan olabiliyorum. Ama karşımdakini tanıyınca “acaba bir şeyi mi var” diye düşünüyorum.
Otoyol sakin tek tük Tır geçiyor. Gökyüzü mavi ve az sayıda beyaz bulut var. Saat 11.30’a doğru Kırklareli’ne geliyoruz. Bu şehre de 1990’larda liderlerin seçim kampanyalarını izlemek üzere görevli olarak gelmiştim. Bir soluklanıp “Boşnak böreği” yiyebileceğimiz bir yer arıyoruz. Vilayetin arkasında parka yakın bir yerde buluyoruz. Böreklerin ve çayın tadı damaklarımızda kalıyor. Ben çaykolik de olduğumdan çayı demli içmeyi severim. Damak zevkine uygun çay içmenin keyfini çıkarıyorum. Bu durumda bir bardak çay hiç birimize yetmiyor. Nerede yemek yenilebilir? konusundaHülya –Engin’in eşi- rehberimiz. Çoğunlukla onun önerilerine uyuyoruz. Gerçi bu seyahat biraz hızlı olduğundan güzergâh boyunca neler olduğu konusunda yeterli araştırmayı hiç birimiz yapamadık. Engin zaten Ankara’daki annesini ve babasını görmeye gittiğinden alelacele bu seyahate hazırlandı. Zaten bazı temel ihtiyaçları –sabun, şampuan, yolda atıştırmalık şeyler- unutmuşuz. Yol boyu benzin istasyonlarında market olduğundan ihtiyacımızı karşılayabiliyoruz. Özellikle su konusunu ihmal etmişiz. Ama çözüyoruz. Dereköy Sınır Kapısı’na 12.00 civarında varıyoruz. Önce otomobilin sigortasını yaptırıyoruz. O sırada Hülya da Bulgaristan’da otoyollarda bir hafta geçerli olacak ücreti (13 Leva-yaklaşık 260 lira) ödüyor. Oysa Yunanistan’da her geçtiğimiz otoyolda 2 ila 4 Euro arasında para ödüyorduk. Böyle toptan ödeme olması daha iyi. Bu gişelerden geçişi de hızlandırıyor. Yarım saat kadar sürüyor geçişimiz Bulgaristan sınırına. Orada da turist kafilelerini taşıyan bir otobüs nedeniyle 25 dakika bekliyoruz. Burgaz 85 levhasını görünce hedefimize az kaldığını düşünüyoruz. Burgas (Burgaz)a gitmek için iki ülkeyi saran Istıranca Ormanlarından geçmek zorundayız. Bu güzergâh oldukça virajlı. Engin de otomobil kullanırken daha temkinli. Levhalar azami kaç kilometre hızla gideceğimizi belirliyor. Bu bazen 10 kilometre, bazen 20, 40, 60 oluyor. Ne Yunanistan’da ne de Türkiye’de böyle bir uygulama görmedik. Yolun oldukça virajlı olması nedeniyle böyle bir uygulama olduğunu düşünüyoruz. Hızla viraj giren bir otomobilin yoldan çıkmaması, uçuruma yuvarlanmaması için böyle bir karar alınmış olabilir. Ancak Bulgaristan plakalı araçların buna uymadığını bizi sollayarak hız yaptıklarına tanık oluyoruz.
Burgas’a doğru giderken yol boyunca hububat ekilmiş tarlalarda hasadın bizdeki gibi tamamlandığını görüyoruz. Ay çiçeği tarlaları da benzer biçimde yaygın. İki ülkenin bu bölgelerinde benzer ürünler üretiliyor. Burgas’a varışımız yaklaşım hız limitleri nedeniyle 2 saat sürüyor. Yol boyunca Türkçe müzik çalan farklı radyoları dinliyoruz. Zaman zaman gözlerimi kapattığım daldığım oldu yol boyunca. Engin dışında diğerleri de hafif de olsa kestirdi. Şehrin girişinde trafik akışının yoğunluğu ile karşılaşıyoruz çoğunlukla evler 3, 4 katlı ama 10,12 katlı yeni binalar da var. Bu sefer navigasyon kullanma konusunda fazla sorun yaşamıyoruz. Recep’in Türkcell aboneliği bizi kurtarıyor. Türkcell, basın kartı taşıyanlara indirim uyguluyor ve bir hafta yurtdışında ücretsiz internet kullanma hakkı veriyor. İnternete bağlanma konusunda bir sorun yaşamıyoruz. Navigasyon gideceğimiz yeri sağ, sol üzerinden iyi tanımlıyor. Yunanistan’daki gibi bir yeri bulmak için yarım saat harcamıyoruz. Bu ekibin de daha deneyimli hale geldiğini gösteriyor. Engin’e yönlendirmeyi bu sefer Recep yapıyor. Arada bir de Hülya da devreye griyor. “Şu kadar metre sonra sağa döneceksin” gibi yönlendirme yapıyor. Burgas’ta trafik lambaları dikkatimi çekiyor. Bizde uygulama ilk başladığında olduğu gibi sarı ışık da var. Yani üç renk yanıyor -kırmızı, sarı, yeşil- Sarı ışığın olması yayaya ve sürücülere hazırlanmak için süre veriyor. Bizde epeydir kırmızı ve yeşil ışık var. Sabırsızlığın da kanıtı yani dur ve geç.
Bulgaristan’ın Karadeniz’de yer alan en önemli turistik merkezlerinden biri olan sahil kenti Burgas’ınnüfusu 200 bin civarında. Toplu taşıma aracı olarak otobüsler var. Metro, hızlı tramvay henüz yapılmamış. Şehrin gürültüsü yok, sakin bir kent. Biz, daha çok kafelerin ve barların olduğu. Aleksandrovska caddesine yakın bir yere otomobilimizi park ediyoruz. Çevrede ne var ne yok öğrenmek istiyoruz. Bir de para bozdurmamız lazım buradaki gündelik yaşama katılabilmek ve ihtiyaçlarımızı karşılamak için. Bir tek döviz bürosu var. Leva –Bulgaristan’ın para birimi- 100 Euro karşılığında 192 Leva alıyoruz. Bir Leva neredeyse 20 Türk Lirasına eşit. 1990’larda hafızam beni yanıltmıyorsa bir Türk Lirası 7 Leva’ya denkti. Ülkeler arası refah düzeyi farkını para birimlerinin değişiminden de çıkarmak mümkün. Parası değerli olan ülkenin refah seviyesi parasının değeri daha düşük olan ülkeye göre daha iyi durumda oluyor. Ülkelerin para birimlerini değerli kılan diğer ülkeye göre ekonomisinin daha iyi olması, rekabet gücünün bulunması, vb.
1990’lardan itibaren Bulgaristan ekonomik durumunu hızla toparlamış. Biz de ise kriz üstüne kriz ile tersine bir gidiş olduğu söylenebilir. Zaten 1990’ların sonundan itibaren soydaşların büyük bölümünün yeniden Bulgaristan’a geri dönüş yapmasının nedeni de buydu.
Burgas’ta önce büyük bir parkın içinden Karadeniz’e bakıyoruz. Sahilde kocaman bir plaj var. Üstelik halka açık. Sahiller peşkeş çekilmemiş, halk düşünülmüş. Sonra döviz bozdurmaya gidiyoruz. Varna ve Nesebar’da kalacağımız yerlerin parasını Türkiye’den ödediğimizden o konuda sorun yok. Ama 16.00 civarına geliyor saat bir şeyler atıştırmalı ve içmeliyiz. Döviz bozdurduktan sonra hediyelik eşya dükkânından birkaç küçük hatıra eşya alıyoruz. Sonra içki de satılan bir büfenin önünde oturup soluklanıyoruz. Bira, patates ve dürüm yiyoruz 60 leva (yaklaşık 1200) lira veriyoruz. Türkiye’den biraz daha ucuz.
Otomobili bıraktığımız yere geldiğimizde sürprizle karşılaşıyoruz. Aracımızın ön tekerleği bağlanmış. Meğer burası ücretli park yeriymiş ve biraz ilerde park otomatları varmış. Ona basmadığımızdan bu durumla karşılaşmışız. Türkiye’deki gibi otomobilimizin bilinmedik bir yere çekilmediği için kendimizi şanslı hissediyoruz. Çünkü, aracınız çekildiğinde nereye götürüldüğüne dair herhangi bir uyarı bırakılmadığından o oto park mı, bu oto park mı diye saatlerce aramanız gerekiyor. Dolayısıyla buradakinin daha medeni bir uygulama olduğunu düşünüyoruz. Küçük yazısı olan bir makbuz buluyoruz ön sileceklerin altında. İyi ki Recep’in telefonu çalışıyor. O, verilen numarayı arıyor ve 20 dakika sürüyor sorunu çözmemiz. Park görevlileri bir otomobil ile geliyor ve 30 Leva (yaklaşık 600 lira) tutarındaki cezayı verip Nesebar’a gece konaklayacağız yere hareket ediyoruz.
(Devamı gelecek)