Buse Gülin
Kırgınlıklar…
Hepimizin ait olduğu bir duygu var. İçimizde, kendimiz ile büyütüyoruz. Çoğu zaman derinlemesine hırpalıyor bizi çünkü onu yanlış zamanlarda, yanlış insanlara tanıtıyoruz. İncinmişliklerimizin faturası hep iç savaş oluyor. İnsanın bilincinden türeyen her sembolik soyutluğun, birbiri ile, üstelik sadece masum hatalarımız sebebiyle kapışması müthiş bir delilik. Bundan sağ çıkamıyor oluşumuza şaşırmamıza şaşırıyorum. Hangimiz bundan gerçekten yarasız çıkabilir? Hiç bir benliğin esnekliği yoktur hele ki söz konusu duygularsa. Kırgınlıklar, duyguların zinasından türerler. Her kırgınlığın bir nedeni vardır ama sonucu sahiplenilmez. İşte tam da bu yüzden tüm incinmişlikleri “zinanın veletleri” olarak tanımlarım. Bu hasarların sorumluluğunu yüklenecek hiç ebeveynleri olmaz çünkü. Deneyenler olsa dahi, tek taraflı sorumluluk kimseyi aile yapmaya yetmez değil mi? Kendimize aile olmayı başaramadığımız gibi, başkalarına da aile olmayı öğretme konusunda faciayız. Sağlıklı insanları bozan dinamikler yaratıp sonra onları “sağlıksız” olmakla itham ediyoruz. Nasılda müthiş bir sinsilik..
Çok sevdiğim ama adını kendime saklayacağım bir meslektaşımla paylaştığımız günlük rutinlerimizden bir sürü anı biriktirdik. Çoğunlukla hepsi geçmişlerimize ve an’a ait deneyimlerimize uzanıyor, onlardan besleniyorlar. Bu yazının tabanını, onun büyük çoğunluğunu dile getiremediği incinmişlikleri oluşturuyor. Hikayesinin nasıl başladığı çokta önem arz etmiyor. Sadece duygularını yanlış insanlara tanıştırmış, biraz şarap ve biraz da otantik müzikle cesaretlenen hisleri yanlış insanları dansa kaldırmış. Sonuç? Bir şehir dolusu kırgınlık.. Nereye kaçsa, peşinden onu takip eden isimsiz çocukları var. O üstüne düşen ebeveynliği yapmaya gönüllü ama karşı taraf yanlış talepkarlık içerisinde. Müttefikler, düşmanlıklar haline dönüşmüş. Maalesef ki dünyanın hiç bir yerinde, düşmanınla aile olamıyorsun. Doğal olarak, yanlı kötülüğü seçmiş biri ile, herhangi bir evde de sağlıklı çocuklar büyüyemiyor. Yine de her gün görüyorum, gözlerinde umutla tek taraflı bir babalık yapıyor. – Kendisine.
Dürüst konuşmak gerekirse, kalmakta gitmekte ayrı meseledir. Kaldığınızda kendinize, gittiğinizde ise, karşınızdakine haksızlık ediyorsunuz. Öyleyse, nasıl tutturacağız bu işin tarifini? Aslında basit: bencil olmayacağız. Kalırken de, giderken de karşımızdakini katacağız eylemlerimize ya da biz onlarınkine katılacağız. Empatiyi işleyeceğiz hayatlarımıza ki kendi faydamızın ya da çıkarlarımızın yörüngesinde savrulup durmayalım. Söz konusu duygular ise, kimse objektif bir duruş sergileyemez, bu doğru fakat en azından objektife en yakın olana ulaşmak için hayat boyu nefis ile çatışmalıyız.
Kendimde dahil olmak üzere, tüm insanlığa kızıyorum. Bizde bir şeyler hala eksik ki aynı sorunlar sürekli tekrarlanıyor. Toplumsal bir döküntünün konfigüre edilmiş versiyonları gibiyiz. Nedense bizim restorasyonlu halimiz bile hatalı! İlişkileri kurmayı, yönetmeyi, sevmeyi ve sadık kalmayı bilmiyoruz. Heveslerimiz rüzgarın yönü ile beraber değişiyor, tutkularımız çok samimiyetsiz, gerçek olan bağlılıklarımız yok. Sembolik olan hiç bir şeyin anlamına şu an sahip değiliz. Oysa, o sembollerin tamamını zamanında duygular yarattılar. Bedensel ihtiyaçlarımız, materyalist evrende ki çıkarlarımız, kapitalist düzleme ait banka hesaplarımız.. Hepsi duygularımızın yöneleceği yeri, yönenilen yerler sahipsiz veletlerin sayısını belirliyorlar. Halbuki.. İstediğimiz bir parça sadakat, samimi- geliştiren diyaloglar ve istikrarlı liyakattir. Faniliğimize hiç zıt düşmeyecek kadar küçük ölçekte manevi beklentilerimiz var. Kendimizi tamamlayamıyoruz ki başkasına el uzatalım. Kendimiz ve birbirlerimiz dışındaki her anlamsızlığa gereksiz bağlıyız. Statüler, arabalar, evler, soyadlar, hesap cüzdanları.. Say say bitmiyor. Hangisi bize duygu kazandırdı? Hangisi bize aileyi veriyor? – Sorunun cevabı hiçlik.. Bildiğimiz halde hala aynı yerde sayıyoruz.
Kahve sohbetlerimize geri dönecek olursak, genel portrede, dostumun temel ihtiyacı bir parça sadakat, bir tutamda liyakatti ama duyguları yanlış insanlara bel bağladılar. Her sabah tatlı bir gülümseme ile kendisine karşı sergilediği babalığı konuşuyoruz. Düşünüyorum da bizi, birbirimize bağlayan ne kadar çok anlamlı bileşenler var. Duygularımız kadar incinmişliklerimiz de davranışlarımızı şekillendiriyorlar.
Maddesel bağımlılığın ötesinde, değinmek istediğim başka bir konu daha var; “Aşırı değer yükleyerek değerleştirme sendromlarımız.” Terminolojisi biraz bana ait ama çok aşina olduğumuz hatta kendimizde bile barındırdığımız bir gerçekliğe ışık tutuyor. Duyguların celladı narsisizm’dir. “Abartılı öz değer oluşturma ihtiyacı ve kişisel yaradılışını üstün görmek” bir duygu ve davranış bozukluğudur. Yüksek veya düşük seviyeli narsisizm “ben merkezciliği” temel aldığı için, bu tarz insanların etrafında var olan insanlar, sadece tek taraflı pohpohlama için kullanılan bir araç halini alırlar. Böylesine bir deneyim, her insana, tonlarca sayısız veledin sorumluluğunu yükler. Yani önemsenmemiş duyguların oluşturduğu kırgınlıkların…
Dostumun sahip olduğu hikayede, materyalist ve narsistik bileşkeler bakımından 2 açılım da var. Yinelemek durumunda kalıyorum; duyguları bir kuş uçumu mesafede yanlış kimselere bel bağlamışlar. Tıpkı bir çoğumuzda olduğu gibi. Bunca yaşanmışlık, tanık olduğum hikayeler, duyduğum şehir masalları bende yeni bir bilinç düzeyinin doğmasına sebep oldu. İnsan gerçekten, deneyim sahibi oldukça, görmezden gelemeyeceği şekilde olgunlaşıyor. İnsan ilişkilerinde, deneyimli olmak şart yoksa çok bükülüyorsunuz.
Aslında, bütüncül açıdan olaylara baktığımız zaman “Dur!” Demeyi öğrenmemiz gerekiyor. Konu veya durum ne olursa olsun, sadece ipin ucunun kaçmasını beklememek gerekiyor. İlişkilerin niteliği ne olursa olsun, bir hata sezildiğinde, ipler tamamen bırakılmalı. Süre, vefa ile kimse düzelmiyor çünkü herkes kendi noksanlıklarına hayranlık geliştiriyor. Sanırım insan olmanın en büyük labirenti bu. Önce kendimize yeniliyoruz. Maalesef ki, fıtratında belirli yönden hata yapmak olan biri varsa, emeğiniz veya sevginiz bunu değiştiremez. İyi niyetiniz sebebiyle, düzenli olarak, farklı açılardan aynı hatalarla yüzleşir durursunuz. İşin sonunda yine tüm koridorlar “yolu değiştirmeye” açılır. Bu yüzden kimse zaten sallantıda olan bir halatı tutmaya devam etmek adına avuçlarını sıkmamalı. Ansızın bırakabilmek de bir özgürleşmedir, biz hep bunu kaçırıyoruz. Özgürleşmenin tadı muazzam. Orantısız yükler, onları bulduğunuz yere geri bırakıldığında, yalpalamayı sonlandırıyor. Dolayısıyla vazgeçmeyi hatta bazen hiç başlamamayı öğrenmek gerekiyor.
Benim dostumun hikayesi ise, onurlu bir direniş ve saygılı bir umursamazlık dahilinde vazgeçmekle sonuçlandı. O kendi adına, kendi sınavını iyi bir skorla geçti. Oldurmayı denemiyor artık. Sadece tüm bu başkalarının değersizleştirme çabalarını teğet geçiyor çünkü bakması gereken yeterince çocuğu var, yenilerini istemiyor. Hayat pahalı, zaman kısa. Kimsenin yüreğinin çeperi uzun süreli acıları taşımaya dayanaklı değil.
Bu yüzden bu haftanın mottosu bu olsun istedim. Karışık, stresli, bol baskı içeren statülerimizin arasında dağılıyoruz ve tek çıkışımız doğru insanlarla kurduğumuz, samimi diyaloglar oluyor. Bir şekilde, olması gerekenin dışında bir anormalliğe sürüklendiğimizde, tüm dengemiz dağılıyor. Bunca extra ağırlığa gerek yok. İnsani bedenimizi, kendi kilosunda taşımak zaten yeterince zor. Bu yüzden “Hayır- Dur” demeyi bilmeli, gerekirse “rotayı değiştirme” seçeneğini hayatımıza adapte etmeliyiz.
Özel bir zamana veya neden aramaya gerek yok, İnsan nefsi ile hep çatışmalı çünkü onu terbiye etmeyi başardığınızda, sahipsiz çocuklarınız da doğmayı bırakıyorlar.
Fotoğraf: Vergier, Bernard, Double Face, Collection Des Visages Et Des Figures.