Devrilirken duvarlar, şehirlerin düşüşüne acımadık…

Buse Gülin

Duvarlar üstümüze düşerse ne olur? Ne olur tuğla tuğla altında kalırsak korkularımızın? Nefes alınabilecek ufak alanlara dayayarak soluk borumuzu, ışığı görmek için geri sayarken ne kaybediyoruz?

Hepimizin korkuları ve acıları var. Ölmeden, toprağın altına tıkılı kalmaktan çekiniyoruz. İnsaniliğimizin verdiği limitli gücün kaldıramayacağı tonajların iradesine kalma ihtimalinden filizlenen, tohumu dahi sulanmamış anksiyetelerimiz var. Besiye gelmeselerde, budaklanmanın yolunu buluyorlar. “Deprem” diyorum. Bunun adı “Deprem”…

Üstünde duraksız kaydığımız bir zemin var. Yer kabuğunun öfkesine karşı, kaslarımızın gücü bile stabilitesini yitiriyor. Omurgalarımız bükülüyor güvenli yerlere ulaşmak veya sığışmak için. Bir kez daha zihnimizin doymayan çukurlarında boğuluyoruz. İnsanın girdabı korkudur. Gerçekleşme ihtimali olan şeylerin olasılıklarında boğulur, gerçek dünyanın zorluklarında ise, çözüm buluruz. İnsanın orantısal iradesinin kodu bozuk. Hayal ile gerçeklik arasında denge hep ters çerçeveden yürütülüyor. Olasılıklara edilen biat, somut sorunlara sergilenen kibirden daha yüksek. Bununla deliriyor sonra çocuk parklarındaki küçük toprak parçalarının üstüne çadırlar kuruyoruz. Ön görülerimiz intiharın eşiğinde olduğunda, çok bencilleşiyorlar. Hiçbirimizin aklı olabileceklere kesmiyor. Oysa ki parçalanan zemin ise, binalar düştüğünde; çadılara ne olacak?  Bir olasılık teorisi daha beliriyor ve bir kez daha deliriyoruz.

Çözüm arama odaklı gelişen aksiyonlarda, olayın yol bulmak değil; dayanışmaya sahip olmak adına kaynak yaratmak olduğunu düşünüyorum. Çadırlar kuruyoruz çünkü beraber beklemeye ihtiyacımız var. Kıyamet indiğinde, sarılabileceğimiz “başkalarına” gerek duyuyoruz, bizden olmayanlara. Bu “Çukur” fikrini biraz yumuşatıyor. Peki kayıpları gerçekten ne engelleyebilir? Bir dayanışma? Başka?

İçinde yaşadığımız alanlara güvenmiyoruz, güvenemiyoruz özeti bu. Yataklarımızı muhafaza eden alanların sağlığı, orantısız demir çubuklara oturtulmuş. Yörüngesi belli olmayan kasırganın şiddetini bekliyorlar. Kaçı dayanabilecek belli değil. Belki ilk kez insana ait olmayan denge sisteminin dik kalabilmesi adına bu kadar dua ediyoruz. Oturup duvarlarımızın sayılarını tutmaya vakit harcar olduk şu sıralar. Kaçı geride kalacak anlamanın en kolay yolu bu çünkü. Nasıl çıkarız bunların altından bilinmezlik meselesi tabii. Merdivenler güçsüz, asansörler hücre, camlar yerden çok yüksek. Yol yokmuş meğer. Montlarımızla, cenin pozisyonunda uyuyarak, dua ediyoruz. Limitlerin ötesinde bir çaresizlik bu. Sadece inançla gard alınabiliyor. İçinde yaşadığımız mimari sistem zoraki itelenmiş kabullenişten ötesi değil. Sanırım, bu yüzden hayat geceleri uykularımı alarak bana şunu hatırlatıyor bu aralar:

İnsanlıktan geriye hiç bir şey kalmadığında, tutunulacak tek şey Tanrı olur.

Hepimize geçmiş olsun.