Bir hafta sonu kaçamağı: Gölyazı-Trilye-Bursa

Kemal ASLAN

Büyük kentin yaşamı yoruyor hepimizi. Kaçacak sığınacak mekânlar arıyoruz kısa süreli de olsa. Mahşerin Dört Atlısı olarak bu kez Cumartesi günü Gölyazı, Trilye ve Bursa merkez ve Cumalıkızık’ı kapsayan bir günlük seyahate katıldık. Aslında bu seyahat Özlem’in doğum gününü birlikte farklı bir etkinlikle kutlamak için düzenlendi. Hülya, internet ortamından geziyi ayarladı. Cumartesi günü hareketimiz 06.30’da Merter’den başladı. Ancak burada çok sayıda otobüsün de günü birlik seyahat için hazırlık yaptığını gördüm. Demek ki bizim gibi büyük kentin karmaşasından, gürültüsünden, koşuşturmasından uzaklaşmak isteyen insanlar çoktu. Üstelik de gezi bütçeye uygundu. Seyahat yaklaşık 900 lira. Sabah kahvaltısı, öğle ve akşam yemeği dahil 2 bin bilemedin 2 bin 500 TL mal oluyor kişi başına.

Erken kalkma alışkanlığım olsa da ne olur olmaz diye 03,30’dan itibaren gözüme uyku girmedi. 5’e doğru hazırdım. 05.30’da evden çıktım. Enginler beni Şirinevler durağında aldı. Pok trafik pek olmadığından 10 dakikada Merter’e vardık. Biz gittiğimizde otobüsün iki yanına gittiğimiz sitenin markası konuluyordu.

07.00’de Mecidiyeköy’den Recep ve Özlemi aldık. En son bir hafta önce Engin’in doğum gününde; görüşmüştük. Uyku mahmurluğu çöktü gözlerimize. Bir süre uyuduk. İlk hedefimiz Gölyazı. Kahvaltıyı da orada yapacağız. Ben evde yediğimden aç değilim. Olsa olsa arkadaşlarımdan “otlanacağım”. Yaklaşık 2 buçuk saat sonra Uluabatlı gölüne geldik. Gölyazına gitmek için buradan sandala binmek gerekiyor. 61 motorlu fiber sandal hizmet veriyor Gölyazı’nı görmek isteyenlere. Motorlu sandal ile Uluabat Gölü’nden 20 dakikada Gölyazı’na ulaşılıyor.

Etraf sazlık. Eskiden bunlardan hasır, vb. ürünler yapılırmış. Şimdi kimse ilgilenmiyor. 5 kişi olduğumuzdan gruptan ayrılıp anne ve iki kızın yer aldığı sandala biniyorum. Sandalın kaptanı 46 yaşındaki Süleyman. Bu sandallarla onlar aynı zamanda balık da avlıyorlar. Gölyazı’nın en önemli geçim kaynağı balıkçılık. Üstelik kadınlar da balıkçılık yapıyormuş burada.

Gölyazı hem ada hem de yarımada. Nasıl oluyor derseniz Uluabat Gölü’nde kışın suların yükselmesiyle ada; yazın suların çekilmesiyle yarım ada oluyor. Gölyazıeskiden köymüş sonra belde olmuş 2008’den sonra ise Bursa’nın Nilüfer ilçesine bağlı bir mahalle olmuş.  550 hane var. 2 bin 500 3 bin kişi yaşıyor. Uluabat gölünün suyu bulanık. Zira dibinde çamur var. Ama en derin yeri bir buçuk metre. Süleyman gözleri dalarak çocukluğunda bu gölde yüzdüğünü anlatıyor. Yine çocuklar yüzüyormuş yazın.

Gölyazı gölünden geçerken çoğu özel mülkiyete ait on üç ada olduğunu öğreniyoruz Süleyman’dan. Birkaç ay önce nilüferler varmış göl yüzeyinde. Süleyman’ın sandalı biraz eskidiğinden 6 kişilik yeni bir sandal alacakmış. O, belediyeden emekli olmuş. EYT’den yararlananmış. Ama çoğu emekli gibi yaşamını sürdürmek için çalışmak zorunda. Göl üzerinde karabataklar var. Pelikanlar bir kayanın üzerinde heykel gibi duruyor.

Gölyazı’da önce Faik Bey Konağı’na doğru yürüyoruz. 150 yıllık konak mübadele sonucu Yunanistan’dan gelen aileye verilmiş. Burada yaşayanların çoğu 1924’te mübadele nedeniyle buraya yerleşmişler. Faik Bey konağını üçüncü kuşak işletiyor. Serpme kahvaltı 300 TL. Ancak yumurtalar, reçeller ve tuzsuz zeytinler –yeşil, siyah- kaliteliydi. Domatesler bir gün öncesine ait gibiydi. Kahvaltıda yer alan diğerler ürünler de Türkiye’de yaygın marketler zinciri olan bir mağazadan alınmış gibiydi.  Termosla getirdikleri bergamotlu çay tazeydi. Ben kahvaltı için burayı tercih etmezdim.

Kahvaltı sonrası etrafı tanımak için yürüdüğümüzde balıkçıların mezata hazırlandıklarını gördük. Saat 11.00’de başlıyormuş mezat. Biraz daha zaman var. Burada ağırlıklı olarak sazan, yayın ve turna balıkları avlanılıyormuş. Turna balığını kilosunu 200 TL’den satıyorlardı. Burada hem balıkçılık hem de turizm konusunda birer kooperatif var. Bu belde de yaşayanların kooperatif bilincinde olmaları biraz da yerli yabancı turistlerin burayı tercih etmelerinden kaynaklanmış olabilir.

Gölyazı M.Ö 6’ıncı yüzyılda kurulan bir kent. Yunan Tanrısı Apollon’un adından esinlenerek Apollonia antik kenti burada kurulmuş. Nekropol kalıntıları -mezarlıkların ve toplu mezar yerlerinin- bulunduğu yerlerin bir kısmı sular altında kaldığından burada arkeolojik kazılar yürütülüyor.

Rumlardan kalma tuğla duvarlı evler hala ayakta. Sahil kenarında çok sayıda balıkçı restoranları ve kafeler var. Üstelik buranın ahalisi bölgeye ait ürünleri küçücük de olsa tezgâhlarda satıyor. Yürürken 750 yaşındaki ağlayan çınar’ı görüyoruz. Bursa’nın eş yaşlı anıt ağaçlarından biri olarak biliniyor. Ağlayan çınar denilmesine ilişkin iki farklı rivayet var: Bunlardan ilki mübadele döneminde birbirini seven Türk kökenli Mehmet ile Rum Eleni’nin hüzünlü aşk hikâyesi. Onların birlikteliğine karşı olan Eleni’nin ağabeyi Mehmet’i bıçaklar o da sürüne sürüne çınar’ın altına gelir. Daha sonra onu o halde gören Eleni de yaşamına son verir.  Bu nedenle ağlayan çınar denildiğini rivayet ediliyor. İkincisi ise çınar’ın gövdesindeki boşluktan nemin yoğunlaşması sonucu zaman zaman damlalar görülüyor. Bundan dolayı da ağlayan çınar deniliyormuş. Kim neye inanmak isterse o hikâyeye inanıyor.

Üstünden geçtiğimiz köprünün altından kışın sandallar çalışıyormuş. Şimdi araçlar geçebiliyor. Dünyanın ilk on yerinden biri olan Gölyazı’da yaşam üslubu oluşturacak zevkler geliştirilmemiş. Ne kadar turist gelse de kapalı bir mekân olarak kalmış. En azından yöre halkı öyle.

Gölyazı’da1900’lerin başında inşa edilen Aziz Panteleimon Kilisesi var. 2014 yılında Nilüfer Belediyesi tarafından restore edilmiş ve Gölyazı Kültür Evi’ne dönüştürülmüş.

İki adımda bir evlerin önünde küçük tezgâhlarda bal, susam, karadut suyu, limonata, meyve vb. satanlara denk geliyoruz. Birkaç tane hediyelik eşya satan mağazada var. Ben gittiğim yerlerden oranın izlerini taşıyan küçücük eşyalardan almayı severim. Buradan da anı olarak kalsın diye birkaç şey alıyorum.

Hafta sonları otobüsleri Gölyazı’nın merkezine sokmadıklarından çarşının içinden geçerek dönüş yolunda ilerliyoruz. Kış kavunları oldukça lezzetliydi. Oradan Mudanya kıyısında yer alan bir yerleşim merkezi olan Trilye’ye hareket ediyoruz. Eskiden balıkçı köyüymüş. 150-200 yıllık üç katlı ahşap evlerin arasından tepeye doğru yürüyoruz. Evlerin bir kısmı restore edilmiş. Bir kısmı öyle bakımsız kalmış. Yıkıldı, yıkılacak. Trilyeüç papaz anlamına geliyor. Hazreti İsa ve Hazreti Meryem’e yönelik teolojik tartışmalar nedeniyle İznik’ten kovulan üç papaz cemaatiyle birlikte buraya yerleşmiş.

Sonunda tepeye yakın bir yere ulaşıyoruz. Dar sokaklara açılan küçücük sokaklarda manzara etkileyici. Kemerli Kilise’nin önünde duruyoruz. 13’üncü yüzyılda yapılan kilise freskleri açısından oldukça zenginmiş. Ancak içine giremediğimizden ne olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Biz de küçük bir pencereden içerisine bakıyoruz. Bir de tuğlalarla yapılan küçük restorasyon çalışmaları tarihi eserlerin dokusunu koruyarak restorasyon yapma becerisinden son yıllarda epeyce uzaklaştığımı gösteriyor. Hâlbuki Türkiye’nin bu alanda yetişmiş uzmanları var. Ama nedense bu birikimden yararlanmayı henüz beceremiyoruz.

Sahilde güneşlenen birkaç kişi var. Yürüyerek Trilye’nin merkezine doğru yürüyoruz. Bölgenin geçim kaynağında zeytin ve zeytinyağının önemli payı olduğundan zeytin ve zeytinyağı satan mağazalar çoğunlukta. Gölyazı’nın tersine burada alkol de satan restoranlar var. Oturup birer bira içmeyi tercih ediyoruz. Böyle manzaralara bakıp da içmemek olur mu? Görüntünün keyfini yaşamalı insan. Buradan hedef önce Bursa sonra Türk kültürünün izlerinin hala korunduğu Cumalıkızık yerleşim yeri. Ben 1990’lı yılların başlarında TRT’de çalışırken orayı uzun bir haber olarak yazmıştım.  Zaten benim geldiğim yıllarda “Yeşil Bursa”yı kısmen görebilirdiniz. Şimdi adı var kendisi yok. Şehrin içine bile gökdelenler dikilmiş.

Hafızamdaki Bursa böyle değildi. Saat Kulesi’nin oradan tepeden bakınca bu durum daha da görünür hale geliyor. Bir şehrin ruhu, güzelliği nasıl yok edilir? Bursa üzerinden bu analizi yapmak oldukça kolay. 30-40 yıl önceki Bursa ile şimdiki Bursa’yı karşılaştırmak yeterli. İmar plansız düzensiz büyümenin sonucu bu.

Bursa’ya ilk kez Şişli Lisesi’ndeyken 1970’lerde gelmiştik. Güzel anılar var o günlerden kalma. O zaman âşıktım ama sınırlı sayıda şiir yazıyordum. Şimdi o zaman sevdiğim kız geldi aklıma. Onunla orta birinci sınıfta okul çıkışı ne uzun sohbetler yapardık. Onun evi okula yakındı. Herkes imrenerek bakardı bize. Aramızda bir şey vardı? Neydi bilemedim şimdi. Bazen insan ötekiyle arasında olanlara bir ad bulmakta zorlanır. Yaşananların kendisi güzeldir. İlle de adlandırmak gerekmez ki. O da kova burcuydu benim gibi. Sonra zaman ikimizi de ayırdı özellikle lise yıllarında. Sonra çocukluk arkadaşım Nuri ve Oskiyan’la gelmiştik Bursa’ya. TRT’deyken iş gereği de gelmişliğim var. Ancak en az 10-15 yıldır gelmemişim buraya. Mudanya’ya geçen yıl 5 Aralık’ta ölen dostum, kardeşim ailemizin çocuğu olarak kabul ettiğimiz Orhan ile 5 yıl önce gelmiştik. Bir gece de kalmıştık. “Aslında o yolculukta feribotta yaşadıklarım bir oyun olarak yazılabilir mi?” diye hala düşünüyorum. Neredeyse 4,5 saat konuşmuştum yanımdaki yolcu ile. Ne o sıkılmıştı ne de ben. Orhan kıskanmıştı.  Güzel bir anı olarak kaldı belleğimde o da.

Bursa’ya gelip de İskender yememek olmaz. Biz çok bilinen bir restoran yerine eski, küçük bir yeri tercih ettik. Etin tadı güzeldi. Tereyağın o kendine has kokusu, yoğurdun katılığı ve közlenmiş patlıcan ile birlikte İskender oldukça lezizdi. Yalnız birkaç parça et kalın kesilmişti.

Yemekten sonra bazıları kestane şekeri aldı. Eskiden severdim ama şimdi canım çekmiyor nedense. Ya da daha çok sütlü tatlıları seviyorum belki ondan. Alış-verişi tamamladıktan sonra Ulucami’nin oraya gittik.  20 kubbeli olarak yapılmış oldukça büyük bir camii. Biz musalla taşının yanında durduk. Hafiften yağmur damlaları geldi üstümüze. Geçer diye düşündük. Oysa meteoroloji şiddetli yağış uyarısında bulunmuştu. Biz o sırada otobüs de gelir diye bekledik. Ancak yoğun trafik nedeniyle otobüs gecikti. Bu sırada yağmur şiddetlendi. On dakika içinde sanki gök yarılmış gibi oldu. Bardaktan boşanırcasına deyiminin tam uyduğu bir anı yaşadık. Benim kapüşonlu montuma rağmen pantolonum sırılsıklam oldu. Bir yandan da rüzgâr sert esiyordu. Yağmur musluktan akan su gibi üzerimize geldi. Ayakkabımızın içi de su oldu. Kalsak çok kötü olacağız. Orada bulunan pek çok insan gibi camiye sığındık. Üstümüz başımız su. 20 dakika içinde yağmur dindi. Biz de dışarı çıkıp en yakın mağazadan giysi aldık. Yağmur sayesinde giysilerimizi yeniledik.

Artık Cumalıkızık’ı göremezdik. Saat 20.00’ye geliyordu. Mahşer’in Dört Atlısı olarak bu durumu da çelebice karşıladık. Güne güzel başladık, yağmurda ıslandık ama birlikteydik, biradaydık mutlu olmayı, birlikte vakit geçirmeyi, zamanı değerli kılmayı giderek öğreniyorduk. Yaşamın içinde olumsuzluklar da olabilirdi. Önemli olan bunu aşma iradesiydi. Biz bunu farklı olaylarda öğrenmiştik. Önemli olan yaşanan andan zevk almaktı. Sırtını dayayacağın, güveneceğin, derdini, neşeni paylaşabileceğin insanları olmasıydı. Yağmur da hayata dairdi. Keder gibi, neşe gibi… Dönüş yolunda kestane şekerine koyduğumuz küçücük mumla Özlem’in doğum gününü kutladık. Bu sevincimize otobüste bulunan bizlerle aynı yolculuğu yapanlar da katıldı. Mutlu olacak bir şey daha vardı hayatta. Hayatı ıskalamadan yaşamaya çalışmak önemliydi. Boş yere dememiş Nazım. “Dostların arasındayım, güneşim sofrasındayım…” Bir başka seyahatteki yeni anıları sizlerle paylaşmak üzere…