Bölünmüş Hayatlar

Kemal Aslan

Modernizm ile birlikte toplum, aile, birey, madde parçalandı. Yaşadığımız dönemde bu parçalanmanın etkilerini yaşıyoruz. Toplumun parçalanması kapitalizm ile birlikte yaygınlaştı. Eşitsizlik, yoksulluk sömürü yeni sınıflar ve ilişkiler ortaya çıkardı. Ailenin parçalanması 20’inci yüzyılın ortalarından itibaren görülmeye başlandı. Çekirdek aile de bu süreçten etkilendi tek ebeveynli, çocuklu aileler toplumsal yaşamda yer aldı. Yönetmenliğini Robert Benton’un yaptığı 1979 yılı yapımı Kramer Kramer’e Karşı filmi ailenin parçalanmasını ve tek ebeveynli ailelerin ortaya çıkışını konu edinir. Ailenin kasabalarda parçalanışını ise Sam Mendes’in 1999 yılında yönettiği Amerikan Güzeli filmi ortaya koydu. Bireyin parçalanması, kapitalizmde yabancılaşma süreci ile başladı. 1999 yılında David Fincher’in yaptığı Dövüş Kulübübu parçalanmanın uç örneği olarak ele alınabilir. Bireyin bireylik halini yaşayamaması, kendini gerçekleştirememesi, olanaklarının sınırlı olması bu parçalanma sürecini hızlandırıyor.

Maddenin parçalanması moleküllerin atomlara ayrılması, atomun parçalanması ve nükleer fisyonun ortaya çıkması da 20’inci yüzyılda yaşanan bir süreç.

1990’lardan itibaren neo-liberalizmin yaygınlaşması, yeni teknolojilerin ortaya çıkması, bireylerin daha çok hazza yönelmesi, yeni ilişki arayışlarına yol açtı. 1998-2004 yılları arasında yayınlanan Sex and City ya da Emily Paris’te (2020) gibi diziler gündelik yaşamda sıkışan bireylerin farklı arayışlarını gündeme getirdi.

Sadece Batı toplumlarında değil, Türkiye’de de benzer gelişmeler yaşanıyor. Yaşanılan hayatta mutluluğu yakalamak, anı yaşamak dönemin ruhu olarak herkese bir biçimde yansıyor.

İnsanlar, teknolojinin hızla değiştiği, ilişkilerin dönüştüğü bu süreçte ne kadar yavaşlamak isteseler de bir akışın içinde buluyorlar kendilerini. Bu akışta yeniden kendin olmak, var olmayı sürdürmek giderek zorlaşıyor.

Eski kurumlar, alışkanlıklar da bu süreçten etkileniyor. Özellikle ikili ilişkilerde sorunlar daha çabuk yaşanıyor, karşılıklı tahammülsüzlük su yüzüne çıkıyor. Durağan kalmak, eski ilişkileri sürdürmek zorlaşıyor. Akışkan hayat herkesi içine çekiyor.

3 yıldır birey olarak farkına vardığım şu: Okuduğum kitapları, dinlediğim müzikleri, seyrettiğim filmleri pek az kişiyle konuşuyorum, konuşabiliyorum. Çoğunu içimde tüketmeye çalışıyorum. Bu bir tür entelektüel boşluk yaratıyor. Sosyal varlık olan insanın sosyal ilişkilerle kendini geliştirebileceğini “insanlaşabileceğini” biliyorum. Ancak izole edilmiş bir hayat yaşadığımızdan ya da marjinalize edilmeye çalış(ıl)tığımızdan kendimizi yeniden üretecek ortamı bulamıyoruz. Ben bu eksikliğimi “eski yol arkadaşım” sayesinde öğrendim. Onunla servis yolculuğumuzda okuduğumuz kitapları ön yargısız, korkmadan konuşabildik. Kim “ne der, ne düşünür” demeden: kimi zaman derin arzuları anlatan yapıtlar üzerine de konuştuk. Sonra bir başka arkadaşım daha oldu: O da önerdiği şarkılar ve filmlerle hayatımı zenginleştirdi. Şimdi ikisi de uzaklarda.

İş ortamında insanlar yaşadıkları gerginliği atmaya, anlık mutluluklar yaşamaya çalışıyor. Son 20 yılda yaşananları pek konuşmadığımızdan her şey olağan gibi geliyor. Çünkü insan günlük yaşıyor. Gün içinde olanlar çerçevesinde kendini yeniden konumlandırıyor. Ancak bugünden uzak bir geçmişe bakıldığında yaşanan dönüşümlerin insanın ruhunda yol açtığı sorunlar olabileceği düşüncesindeyim. 2023 yılında yaşanan Kahramanmaraş merkezli depremin bizde hangi travmalara yol açtığı, kurumların ne kadar yetersiz olduğu ve güvensiz bir ortamda yaşadığımızın bilincinde olmanın yarattığı gerilimlerin ne kadar farkındayız? Bireysel planda da yaşadığım henüz yüzleşmesini tamamlayamadığım bir konu var: Varlığımı borçlu olduğum annemin 2020 yılının Kasım ayında ölümü… Hayatımda beni en çok seven kadın annemdi. Beni hep gülen sevgi dolu gözlerle karşılardı. Altı yıl yatalak biçimde yaşadığı dönemde bilincinin açık olduğu zamanlarda beni görünce yüzüne bir sevinç yayılırdı. Beni tanımadığı zamanlarda ise gözyaşlarımı tutamazdım. Bir annenin çocuğunu tanıyamaması beni derinden etkilerdi. Sonra onun sağlık koşullarını anımsar teselli bulurdum. En çok sevdiğim kadın annem sonra aramızdan ayrıldı. Büyük bir boşluk oldu onun yokluğu. Hala alışamadım. Çok az kişiydik cenazesinde.Çünkü Covid 19 pandemisi devam ediyordu. Kardeşim Engin ile yas sürecini yaşayamadık.Covid 19’un yol açtığı izler, arka arkaya ölen arkadaşlarım bunların bende yarattıkları… Bunlar da üzerinde durulması, konuşulması gereken konular.

Böyle bir ortamın biçimlendirdiği ruh halinde insan acılardan da uzaklaşmak istiyor. Gece gidilen mekânlar bir anlamda insanın kendisini yeniden bulmasına yol açıyor. Bazen farkında olduğunuz duygusal boşluk sınırlı da olsa yeni bir yakınlaşmaya yol açıyor. Bu süreçte ötekine ne kadar hayatında yer açabileceğin, onun sana ne kadar yer açabileceği çözülemeyen bir denklem olarak gerilimlere neden olabiliyor. Gerginliklerin kaynağının nedenleri taraflarca hissedilse de denklemin kendisinin yarattığı paradoks sürebiliyor. Açık iletişim önemli olsa da bazen her şey konuşulamıyor. Bu da yeni gerginliklere, çatışmalara yol açabiliyor.

Artık bölünmüş bir hayatı yaşıyoruz. Anlık “bir yudum mutluluk” yetiyor (mu).