Bir Amerikan patolojisi: Elizabeth Duncan

Buse GÜLİN

Doğurduğuna tapabilir mi insan?

Peki ya doğurduğu da içinde büyüdüğü rahme taparsa?

Elizabeth Ann Duncan 1904 civarında Kanada’da hayata gözlerini açmış fakat Amerika’da yaşayan dul bir anneydi…

Bu metin bir üst paragrafıyla çok standart bir başlangıca sahip gibi dursa da, aslında hastalıklı bir aykırılığın, sistematik bölücülüğünü yansıtmaktadır. Çünkü Elizabeth’in tıpkı normal bir genellemeyle başlamış bu metni gibi, aslında normal biçimde sürdürmesini beklediğimiz hayatı, yine kendi yarattığı çıkmazlarıyla muhteşem bir vebaya dönüşür. Onun fani açıdan hayat örüntüsünü böylesine yıkıcı kılan taraf ise, doğurduğu tek oğlu Frank Duncan’a saplantılı biçimde sevgi beslemesidir. Frank’e duyduğu sevgi öylesine psikolojik çıtayı zorlayacak niteliktedir ki oğlunun hür iradesini ve bağımsız bir birey olduğu algısını sürekli “sınır ihlalleri” dâhilinde zedeler. Doğduğu ilk andan itibaren, Frank ile arasında anormal bir duygusal iletişim biçimi oluşturur ve kendi dominant zihninde bu anormaliteyi meşru kılar. Öyle ki Frank yetişkin bir birey olduğunda dahi, oğlunun başka bir kadınla beraber olma isteğini “tehdit” olarak görür ve oğlunun “sahiplenildiği” inanışını geliştirir. Oysa ki oğlunun aidiyeti, kendi zihninde sadece Elizabeth’indir.

Zamanla Frank Duncan’ın mahremiyetinde duygusal etkileşimle şekillenen birliktelikler oluşmaya başladığında, Elizabeth, oğlu ile ilgili makro düzeyde kaygılar geliştirir. Oğlunun kendisinden uzaklaşacağı düşüncesi onu paranoyakça kıskançlık ve aşırı düzeyde kontrolcü davranışlara sürükler ve böylelikle her açıdan kendisini yönetmekten muaf olduğu, sadistik açmazlar silsilesinin giriş bölümünü yazmaya başlar.

Frank Duncan, 1958 yılında hemşire Olga Kupczyk ile gizlice evlendiğinde, Elizabeth’in hayatında en şiddetli kırılma noktası yaşanır. Elizabeth, oğlunun evliliğini öğrenince yıkılır, hatta defalarca intihar girişiminde bulunur. Bununla yetinmez ve çıtayı yükselterek, oğlunun eşi ile arasındaki sevgi bağına saldırır. Oğlunun karısını sürekli aşağılamaya, aralarına nifak sokmaya çalışır; ancak Olga, Frank’le bağını asla koparmaz. Amacına dolaylı yoldan erişemeyen Elizabeth, sonunda oğlunun karısı Olga Kupczyk’i ortadan kaldırmaya karar verir ve bu uç sınırda öldürme eğilimine olan pürüzsüz yatkınlık, Elizabeth’in suç patolojisi barındırdığını açıkça gözler önüne seren güçlü donelerden biri olarak karşımıza çıkmaya başlar. Fikrini aksiyona geçirmek konusunda fazlasıyla nahoş bir istikrara sahip olan Elizabeth, 1958’in Kasım ayında, gelini Olga’nın öldürülmesi için iki adam kiralar (yasal olarak, kiraladığı katillerin kimlik bilgileri Luis Moya, Augustin Baldonado olarak açıklanır). Fakat olayı belki de aşırı biçimde trajedik hâle getiren, Olga’nın bu süreçte hamile olmasıdır. Torununun varlığı dahi Elizabeth’i durdurmaz ve talep edilmiş cinayet 17 Kasım 1958 gecesi işlenir.

Olga evinden kaçırılır, dövülür, boğularak öldürülür ve Ventura County yakınlarında bir narenciye bahçesine gömülür. Olayın vahşeti ve Elizabeth’in hamile bir kadını öldürtmesi, dönemin gazetelerinde “California’daki Medea” başlığıyla yankılanır. Bu olay örgüsündeki en can alıcı noktalardan biri, Elizabeth’in açıkça okunabilen garip davranış ve duygu bozukluğunun, oğlu Frank Duncan tarafından daima göz ardı edildiğidir. Frank Santa Barbara’da yaşayan genç bir avukat olmasına rağmen, bu süreçte mesleğinin gerektirdiği öngörü, risk hesaplama ve stratejik düşünme becerisini açıkça, sayısız kez sinyal vermiş annesini analiz etmekte kullanmaz ve eşinin güvenliğini sağlamak konusunda pasif kalır. Bu pasifliğin sonucu çifte cinayet (Olga ve bebeğinin infazı) ile sonuçlanır.

Her ne kadar cinayet planlı biçimde ve hesaplanarak işlenmiş olsa da, yetkililer kısa sürede vakayı çözerler. Kiralık katiller yakalanır ve her ikisi de Elizabeth Duncan’ın kendilerini azmettirdiğini itiraf ederler. Bunun sonucunda Elizabeth tutuklanır ve yargılanmak amacıyla mahkemeye çıkartılır. Tam bu noktada hastalıklı zihninin sağladığı kalkan sayesinde duygusal açıdan bir sökülme yaşamaz ve oğlunun tanık koltuğunda oturduğu dava esnasında soğukkanlı, manipülatif davranışlarıyla dikkat çeker; ayrıca hiçbir pişmanlık belirtisi de göstermez. Dava sonucunda tüm sanıklar suçlu bulunur ve 1959’da idama mahkûm edilirler.

Hüküm açıklandıktan sonra, 8 Ağustos 1962 tarihinde, Elizabeth Duncan California’daki San Quentin Hapishanesi’nde elektrikli sandalyede idam edilir. Aynı gün kiralık katiller Moya ve Baldonado da idam edilirler. Bu, California’da aynı gün içinde hem bir kadın hem de erkeklerin infaz edildiği nadir vakalardan biridir.

Elizabeth Duncan’ın sahip olduğu patoloji, psikolojik olarak “Oedipal tersine dönüş” (reverse Oedipus complex) olarak yorumlanır. Açıklayıcı olmak gerekirse, bu kompleks ebeveynin çocuğuna karşı duygusal-şehvani bir sahiplenme eğilimi olarak tanımlanır. Psikiyatristler Elizabeth’in narsisistik kişilik bozukluğu ve bağımlı kişilik özellikleri gösterdiğini belirtirler çünkü Elizabeth, oğlunun hayatında kendisinden daha önemli biri olabileceğini kabul edememiştir. Bu yönüyle “annelik sevgisinin karanlık yüzü” olarak anılır. Fakat 1960’lardan itibaren hem Amerikan tarihinde hem de o dönem toplumunda, bu olay “Ma Duncan Case” olarak adlandırılmaya başlanır.

Bu enteresan vaka birçok kitap, belgesel ve podcast’te işlenir.

Psikolojik ve hukuki derslerde “anne-oğul bağımlılığı ve cinayet motivasyonu” örneği olarak okutulur.

Elizabeth’in imajı genellikle Medea, Lady Macbeth ya da Norman Bates’in annesi benzeri figürlerle kıyaslanır.

Suç üzerine çalışan bir antropolog olarak şunu söyleyebilirim ki Elizabeth Duncan farklı kategorilerde kusurlara, çoklu uyum gösteren hasarlı psikolojik bir yapıdadır. Suçun her türüne hızlıca adaptasyon sağlayan, son derece kaygan his, fikir ve davranış bozukluğu barındırır. Genel portresi, bilhassa Nancy Chodorow’un Reproduction of Mothering (1978) teorisi ile taban tabana uyum göstermektedir. Nancy, anneliği feminist bir zemine taşır ve kadınların annelik rollerini sadece toplumsal değil, psikodinamik olarak da yeniden ürettiğini ileri sürer. Kadın, kendi annesini benliğinde “incorporate” ettiği için, kendi çocuğuyla ilişkisini o içselleştirilmiş anne imgesi üzerinden kurar. Bu da aşırı bağımlı, sınır ihlali yapan, çocuğunun bireyleşmesine izin vermeyen anne tipini doğurur. Elizabeth Duncan’ın tam bu modele itinayla uyduğunu yinelemek istiyorum çünkü oğlunu kendi kimliğinin bir uzantısı olarak görür, ondan ayrı bir varlık olmasına tahammül edemez ve oğlu bunu denediğinde, oğlunun kendisinden kopuş motivasyonunu (eşini) yok eder. İşin en garip yanlarından biri ise, Frank’in bu bağlılık motivasyonuna içtenlikle itaat etmesidir.

Olayın bir de Frank Duncan tarafından açılımını yapmam gerekirse: Tüm mahkeme boyunca Frank’in annesini savunmaya devam etmesi ve eşinin ölümünü annesi ile kurduğu hastalıklı ilişkinin altında ezerek değersizleştirmesi, Freud’un Regression to Fetal State (cenin pozisyonuna regresyon) teorisi ile eşleşir. Bu teoriyi en net ve dolaysız biçimde açıklamam gerekirse, teorinin kendisi Freud’un “rahme dönüş dürtüsü” olarak anlattığı olgunun klinik psikanaliz terimi olarak karşımıza çıkar. Farklı bir ifade biçimiyle, bu teori, regression (gerileme) kavramının en erken, en ilkel formunu tanımlar; yani kişinin stres, suçluluk, kayıp gibi yoğun duygular altında rahimdeki güvenli bütünlüğe dönmek isteyişini ifade eder. Dolayısıyla, Frank Duncan’ın mahkemede annesini savunma davranışı, bu teorinin psikodinamik bir örneğiyle birebir örtüşür. Bu durumun Frank açısından psikolojik okuması şudur:

Frank, annesinin suçlu olduğuna dair kanıtları biliyordu. Tüm bu farkındalığa rağmen, onu savunmakta ısrar etmesi, mantıktan değil, içgüdüsel geri çekilmesinden kaynaklanıyordu çünkü Frank Duncan için Elizabeth Duncan, dış dünyanın tehdidine karşı tek güvenli alandı. Annenin potansiyel kaybı, benliğin parçalanması demekti. Bu sebeple Frank, onu “koruyarak” aslında kendi benliğini korudu. Bu husus, ikisi arasında var olan bağımlılığın en derin biçimi ve en açık delili konumundadır.

Elizabeth Duncan’ın hikâyesinden çıkartılacak en iyi toplumsal ders, dünyaya getirilen çocuğa aktarılan duygusal değerin limitinin olduğu gerçeğidir. Her duygunun fazlası aşırıdır; hele ki ruhunuzda büyüttüğünüz hisler bütünü, ebeveynlik kisvesi altında sizi zarar vermeye ve aşırı hırçın olmaya iten bir motivasyon hâline geliyorsa, anormalliği fark etmek ve istikrarlı bir irade sergileyerek, problem hâline gelmesi muhtemel olan bu duyguların kaynağını temizlemektir. Ebeveynlik etiketiyle hiçbir sağlıksız sevgi normalleştirilemez. En çok da anneler ve babalar, yüklendikleri sorumluluk (çocuk büyütmek) sebebiyle doğru sevmeyi becerebilmelidir. Bu bir gereklilik değil, zorunluluktur. Daha önceki yazılarımda da ifade ettiğim gibi, insanın içine doğduğu ev, toplumun suç potansiyeli ile doğrudan bağlantılıdır. Elizabeth ve Frank bu çarkın sadece farklı dişlileri olarak polis kayıtlarında yer almaktadırlar.

Ebeveynliği doğru kavrayabildiğimiz ve hasar bırakmayan ebeveynler olabildiğimiz bir evrene,

Sevgilerimle…