Kemal ASLAN
Veysel ağabey aramızdan ayrılalı 27 yıl olmuş. Ne kadar çabuk geçmiş yıllar.
Eğer İnstagramda Şeyhmuz Diken onunla ilgili fotoğrafını paylaşmasa ben
hatırlamayacaktım. Onun fotoğrafını görünce yıllar öncesine gittim. Mesleğe ilk başladığım
yıllara. 1980 yılıydı onunla ilk tanışmamız. Sanırsam adını Metin Aksoy’dan öğrenmiştim
Ankara’da. Hafızam yanıltmıyorsa öyleydi. Gerçi “hafıza-i beşer nisyanla maluldür” sözünü
de unutmamak lazım. Zihin geçmiş olayları yeniden kendisi yapılandırıyor, yeniden
şekillendiriyor eğer o güne ait bir yaşanılanlar yazıya dökülmemişse. Bana “onu Turistik
Otel’de bulursun mutlaka görüş, entelektüel biridir. İyi sohbet edersin” demişti. Aslında
Veysel Öngören’in adına Ahmet Arif’in Hasret’inden Prangalar Eskittim adlı şiir kitabına
yazdığı önsözden aşinaydım.
Haziran ayında Turistik Otel’e gittim. Resepsiyona Veysel Öngören ile görüşmek istediğimi
söyledim o da lokanta bölümünde köşede birkaç kişinin oturduğu masayı göstererek “orada”
demişti. Kendimi tanıttım sonra Metin Aksoy’un selamlarını söyledim, buyur etti masaya.
Karşılıklı konuşmaya başladık. Dikkatimi çeken sarma sigara içmesiydi. O zamanlar arada bir
sigara içerdim, sarmasını bilmediğimden kendi hazırladığı sigarayı bana vermişti. Nikotinden
beyaz pos bıyıkları hafifçe sararmıştı.
Aslında ben daha önceden onun kardeşi Vasıf Öngören’in ilk eşi Nurhan hanımla İstanbul’da
çalışmıştım. Melek sinemasının arkasında bir handa Vala Önengüt’ün bir yapım şirketi vardı.
Vala Önengüt’ü okuyucular Yul Brynener’i seslendiren sanatçı olarak bilebilir. Onun
şirketinde ben, bir dönem tarihi filmlerin yanı sıra Cilalı İbo filmlerinin de yönetmenliğini
yapan Osman Nuri Ergün ile birlikte orada çalışıyorduk. O zaman Bayrampaşa Belediyesi ile
Kartal Belediyesine belgesel film yapmak için röportaj yapıp onları deşifre ediyorduk. Vala
Önengüt de o belediyelerin en önemli sorunlarını saptayıp bunu senaryolaştırıyordu.
Çalıştığımız gün üzerinden ücret alıyorduk. O dönemde Osman Nuri Ergün ile güzel
sohbetlerimiz olmuştu. Nurhan hanımla da arada bir konuşuyorduk. Ben de o dönemde Epik
tiyatro konusunda yoğun okumalar yapıyordum. 1975 yılında Ali Poyrazoğlu’nun açtığı ilk
deneme sahnesinde de 8 ay süreyle tiyatro eğitimi almıştım. Oyunculuktan çok belgesel
sinema alanıyla ilgiliydim. Ama Bertold Brecht’i de onun sanatsal yaklaşımını da o zamandan
beri severim.
Vasıf Öngören, Türkiye’de epik tiyatronun ilk örneklerini ortaya koyan isimlerden biridir.
Nurhan hanımla birlikte 1960’ların sonlarında kaçak olarak Doğu Berlin’e geçip Berliner
Ensemble’de tiyatro eğitimi almış. Nurhan Hanım o günleri paylaşmıştı benimle. Zor hayatlar.
Sevdiğim bir sanatçının ağabeyiyle öyle tanışmıştım. Nurhan hanımla ilgili anılarımı da
paylaşmıştım. 1980’nin haziranıydı daha Türkiye 12 Eylül darbesini yaşamamıştı. Ama
ölümler kol geziyordu. Özelikle Diyarbakır’da Batıdan gelenlere ajan gözüyle bakılırdı.
Benimle ilgili hiç şüphe duymadı. Yüreğini, sofrasını açtı Veysel ağabey. Oysa çalıştığım
kurum TRT’de bile ummadığım bir arkadaş böyle bir durumu ihsas ettirmişti. O günden sonra
çok uzun sohbetlerimiz oldu Veysel ağabey ile. O, kelimenin tam anlamıyla felsefeciydi.
Nusret Hızır’ın talebesiydi ve bununla da övünürdü. O kadar çok hocasını sevmiş ki oğlunun
birinin adı Hızır diğerinin Nusret’ti hatırladığım kadarıyla.
O zamanlar Fazıl Say’ın babası Ahmet Say’ın çıkardığı Türkiye Yazıları ve Genel Yayın
Yönetmenliğini Varlık Özmenek’in yaptığı Bilim ve Sanat Dergisi’ne yazıyordu. Onca yıllık
yazar olmasına rağmen yazılarının çıktığını görünce çocuksu bir sevinç olurdu ve bizimle
okumamız için o dergileri paylaşırdı. Ele aldığı konular çerçevesinde sanat tartışmaları
yapardık. O, estetik alanında bir teorisyendi. O dönemde takdir ettiği estetik teorisyenlerinden
biri benim de TRT’den hocam ve Ankara Sanat Kurumu’nda bazı geceler iki tek atıp açık şiir-
kapalı şiir üzerine tartışma yaptığımız Ahmet Oktay’dı. O, estetik tartışmaların onunla kendisi
arasında gittiği görüşündeydi o dönemde. Bellediğimde kaldığı kadarıyla şöyle demişti: “O dilden
gerçekliğe ben ise gerçeklikten dile ulaşıyoruz, aramızdaki fark bu”.
Özellikle benim siyasal çizgimle uyuşan yazdıklarından çok şey öğrendiğim Asım Bezirci’yi
İkinci Yeni konusundaki katı tutumu dolayısıyla eleştirirdi. İkinci Yeni’nin dilin anlatım
olanaklarını geliştirdiğine, yeni bir üslup yaratmaya çalıştığına işaret ederdi. Asım Bezirci’nin
yazdıklarıyla şiir poetikası çerçevesinde tartışmaların önünü kestiği görüşündeydi. Bezirci’nin
bir entelektüel olarak başka alanlarda yazdıklarını, çevirilerini severdi bu konuda farklı
düşünür onu sekter bulurdu.
TRT’ye girmeden önce bir süre Akşam gazetesinde Dursun Kemal adıyla sanat yazıları
yazıyordum. O zamanlar Sosyalist Gerçekçi Sanat yöntemi çerçevesinde sanatsal olayları
ve olguları değerlendirmeye çalışıyordum. Aklıma takılan sorunsal izleyicinin
yetkinleştirilmesi, edilgen değil etkin hale gelmesiydi. Bu nasıl yapılabilirdi? Bu konuda bir
yazı yazacaktım fakat gazeteden ayrılınca vazgeçtim. Veysel ağabey ile buna benzer
konuları konuşmuştuk. 12 Eyül darbesine rağmen biz (bizin içinde dönemin Verem Savaş
Derneği Başkanı Mahmut Ortakaya da vardı) saatlerce siyasal olaylardan konuşurduk.
Örneğin TİP’in hazırladığı kalkınma planını da. Veysel ağabey, 1960’lı yıllarda Ankara’da
siyasal olayların içinde olmuştu. Füsun Akatlı, Metin Altıok arkadaşıydı. O dönemde birinin
“insan, kırk yaşından sonra şiir yazamaz, şair olamaz” sözü üzerine şiir yazmaya başladığını
söylemişti. 1979 yılında Türkiye Yazıları Yayınları’ndan çıkan Remo ve Salo kitabını vermişti.
Sonra bölgede sıkça kullanılan bir sözü Vay Gözüm’ü şiir kitabının adı yapmıştı. Sonra
Retembele, Koca Ülke, Arif’in Kızı şiir kitapları yayınlandı. Hepsini de imzalayarak bana
verdi. Epik şiir yazardı. Unutmadığım birkaç dizesi var aklımda: “her şey gökyüzünde yazılı//
her şey aş ve aşk için” , “insanlar kurtulmadıkça kurtulmuyor şehirler”
Bu yazı zihnimde kalanlar çerçevesinde özellik içeriyor. O, 1960’lı yıllardan itibaren birlikte
mücadeleden yanaydı bunun için TİP (Türkiye İşçi Partisi) saflarında mücadele etmişti.
Benim tanıştığım dönemde partisizdi ama Behice Boran ve Nihat Sargın’a karşı sempatisi
vardı. Benim TKP çizgisinde siyaseti savunduğumu bilirdi. İsmail Bilen’i Nazım Hikmet’e ve
çevresindekilere uyguladığı politikalar dolayısıyla eleştirirdi. Üstelik onun teorisyen olmadığını
da söylerdi. Aslında o dönemde TKP tarafından ileri sürülen UDC (Ulusal Demokratik Cephe)
anlayışının özünde MDD (Milli Demokratik Devrim) çizgisiyle uyuştuğu görüşündeydi ki bu
büyük ölçüde doğruydu. Üstelik 1960’larda TİP’in yaygınlaşma döneminde TKP’nin sekter bir
tavır takınarak bu legal partinin büyümesini dolaylı yoldan da olsa engellediği görüşündeydi.
Demem o ki sadece sanata dair sorunları konuşmazdık siyasal konular da içki masamızda
tartıştığımız konulardı. O dönem darbecilerin nasıl bir yol izleyeceği, ülkeyi nelerin beklediği
de konuştuğumuz konular arasındaydı.
1988’e kadar yaklaşık 8 yıl her yaz döneminde onunla görüşür, sohbet ederdim. Onun ailesi
Kürt isyanları sonrası Kütahya ve çevresine sürülmüş, Bismil’in büyük toprak sahiplerinden
biri oldukları için. O, bu sürgün üzerine fazla konuşmazdı. Toprak sahibi olsa da öyle hiç
kimseye tepeden bakmazdı, kim varsa çevrede masasına davet ederdi. Öyle zengin bir hayat
sürmezdi. Diyarbakır’da Turistik Otel’de bir, bir buçuk ay kalmak ona iyi gelirdi. Taşranın o
boğucu sıkıcı ortamından bir anlamda uzaklaşır, kendini bulurdu tanıdığı, konuşabildiği bir
şeyleri paylaşabildiği nisanlarla.
Benim için de o çöldeki vaha gibiydi. Daha sonra felsefe okumamda onun etkisi de olmuştur
diye düşünüyorum. Bazen onunla Karınca Kitabevi’nde de karşılaşırdık. Remzi kitabevinden
bana sanat teorisiyle ilgili birkaç kitap hediye etmişti. Eli açıktı, sofrası bereketliydi. Ben de
zaman zaman onu çevre düzenlemesinde emeğim olan Güney Doğu Gazeteciler
Cemiyeti’ne davet ederdim. O, siyasal gelişmeleri sorardı. Sanat gündemini paylaşırdık.
Yazıya son noktayı koyarken o dönemde Cemal Süreya’nın yayınladığı Papirüs Dergisi’ne
daktilo ile yazdığı bir örneği daha bulunamayan 45 sayfalık estetik üzerine yazdığı metnin
kaybolması onu oldukça üzmüştü. Tok gür sesi hâlâ kulaklarımda vurgulu bir biçimde
“Kemâl” derdi. Bazen kızdığı eleştirdiği zamanlarda da “beyim” sözcüğünü tercih ederdi.
Birbirimizi bilirdik. Diyarbakır’a geldiğinde mutlaka bir araya gelirdik. Mutlaka Mahmut
Ortakaya da olurdu. Ona da zaman zaman “doktor” derdi. Nezaketi bilen, saygılı biriydi.
1981 yılıydı sanırım Fethi Naci, Gösteri Dergisi’nde “Türkiye’de futbol neyse roman da o
düzeyde” demişti. Bu tartışmalara, polemiklere yol açmıştı. Biz de kendi çerçevemizden bu
konuyu ele almıştık. O, daha sonra bu görüşünü desteklemek için sahip olduğu Gerçek
Yayınevi’nde 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme kitabını yayınlamıştı.
Veysel Öngören, devrimciydi, bu özelliğini ölene kadar korudu. Bu yazı ona duyulan bir
saygıyı ifade etmek için dile getirildi. Ancak onun şiirleri özellikle şiir poetikalarını eleştiren
Şiir ve Yenilik kitabı yeniden değerlendirilmelidir. Edebiyat eleştirmenlerine düşen görev,
onu yeniden değerlendirmek ve anlamaktır.
