Engin BAŞCI
CHP seçmenini hiç anlamadı, anlamamakta da ısrar ediyor.
Oysa bir siyasal komplonun ardından koşulların dayatmasıyla CHP Genel Başkanlığı’na getirildi.
O zamanki Genel Sekreter Önder Sav bu süreçte önemli bir rol üstlendi.
Doğrusunu söylemek gerekir ki onun genel başkan olmasına dair parti kamuoyundan ciddi bir destek de vardı. Grup Başkanvekili iken AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir mir Mehmet Fırat ve Melih Gökçek ile televizyonda yaptığı ve puan topladığı tartışmaların bu destekte büyük katkısı oldu.
Gerçi Deniz Baykal’ın kurmaylarının tam desteğini aldığı söylenemez. Zaten bir süre sonra o kişiler Kemal Kılıçdaroğlu ekibinde görev almadılar. Yolları ayrıldı…
Deniz Baykal’ın topluma umut vaad edemeyen liderliğinden sonra Kemal Kılıçdaroğlu dürüst ve görev insanı imajıyla parti seçmeninde bir umut da yarattı.
Ancak, Baykal dönemine göre partisinin oyu birkaç puan artsa da kaybettiği seçimler ve partisinin bir türlü beklenen sıçramayı yapamaması onun liderliğine olan inancı zayıflatmaya başlattı.
Bu süreçte çok tartışılan ve çok eleştirilen tercihlerine rağmen partisinin kemik seçmeni onu hiç terk etmedi.
2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde MHP’nin önerisiyle Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday göstermesine, bu süreçte seçmenine “adam gibi tıpış tıpış gidip oy vereceksiniz” sözüne ve seçimin kaybedilmesine rağmen CHP seçmeni ondan desteğini çekmedi.
Adalet Yürüyüşü’nde onunla birlikte ayağa kalktı… Yollarda ona eşlik etti, onunla yürüdü, onu yalnız bırakmadı.
İstanbul’a ulaştığında Maltepe miting alanını hınca hınç doldurdu. Milyonlarla birlikte o güne kadar görülen en kalabalık mitingi yaptı.
Genel Başkan iken tek seçim başarısı İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlıklarını yıllar sonra CHP’ye kazandırmak oldu.
Kaybedilen her seçimde sandık güvenliği konusunda onca söz vermesine rağmen beklenen organizasyonu yapamadı.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişin oylandığı 2017 Referandumunda Yüksek Seçim Kurulu’nun mühürsüz oyları geçerli saymasını da içine sindirdi.
Hem de mühürsüz oy pusulalarının sayısının evet ile hayır arasındaki farktan çok daha fazla olmasına rağmen…
Hemen ertesi yıl Muharrem İnce’nin Cumhurbaşkanı adayı olduğu seçim sürecini de başından sonuna kadar iyi yönetemedi.
Öyle olduğu için partisinden kopuşların önünü kesemedi.
Kendisinin aday olduğu son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “6’lı Masa” ittifakında masadaki çatlağı göremedi.
O yüzden en kazanılabilecek seçim de kaybedildi. Hem de kamuoyu araştırma şirketlerinin son ana kadar onu önde göstermesine rağmen…
İşte bu noktada ortaya çıkan şok büyük oldu.
O güne kadar her koşulda ona destek veren parti seçmeni ve partililer çöküşü gördü.
Bir görmeyen O oldu.
Göremediği için ilk kurultayda yeniden genel başkanlığa aday da oldu.
İlk turda rakibinden daha az olmasına rağmen adaylıktan çekilmedi, genel başkanlık için ısrar etti.
Bırakması kaçınılmazdı, değişim kaçınılmazdı…
Bunu herkes görüyordu.
Ama o ve çevresi bir türlü görmek istemiyordu.
Kaybettiği kurultaya aradan onca zaman geçtikten sonra itiraz edilmesine sessiz kalarak, açılan davalarda parti yönetimine destek vermeyerek, aksine bu süreçte çalışma ofisinde kulis olarak değerlendirilen görüşmeler yaparak tepki çekti.
Mutlak Butlan ve kayyım süreçlerinde ve tartışmalarında, partisinin belediye başkanlarına yönelik operasyonlarda ondan beklenen güçlü çıkışı hiç yapmadı.
En düşündürücü olanı da onca yıl her koşulda kendisini destekleyen kitleleri meydanlarda yalnız bırakmasıydı.
Ondan önceki genel başkanlar parti otobüsünün üstünde, miting alanlarında, televizyon ekranlarında demokrasi ve partilerinin geleceği için sahaya çıkarken o tüm bunları ofisinde izledi.
Kendisine yönelen tepkileri büyüttü.
Özetle kendisi açısından ortaya çıkan krizi doğru bir şekilde yönetemedi.
Onca zaman her koşulda kendisine destek olan, kendisiyle yol yürüyen seçmeni, eleştirse de onu hiç yalnız bırakmayan seçmeni anlayamadı.
Onlarla empati kuramadı. Kendini onların yerine koyamadı.
Onca yıl kendisine verilen desteğin nedenini de algılayamadı.
Hak, hukuk, adalet sloganı onun yürüyüşüyle yükseldi ama, muhalif kitlelerdeki hak, hukuk, adalet talebini, demokrasiden ve cumhuriyetin değerlerinden uzaklaşma endişesini göremedi.
Ya da görmek istemedi.
Aslında Kemal Kılıçdaroğlu’nun içine bulunduğu bu durum duygusal bir kopuşa denk düşüyor.
Aksi halde direnişin en önünde, otobüsün üstünde Hikmet Çetin ve Murat Karayalçın’ın yanında olurdu.
O bunu değil, partinin yönetim kadrolarından ve seçmen kitlesinden uzaklaşmayı tercih etmiş görünüyor.
Kayyım olarak atanan Gürsel Tekin’in düştüğü duruma hiç bakmadan “mutlak butlan” tartışmalarında sessiz kalıyor, kendisinin bu görevi kabul edeceği yorumlarına yanıt vermiyor.
Hem de sükut ikrardan gelir sözünü hiç hesaba katmadan…
Eğer Kemal Kılıçdaroğlu, kamuoyunda çok net bir şekilde görülen tabloya rağmen, partililerin ve CHP’li seçmenin kaygılarıyla değil, kendi beklentileriyle hareket ediyor ise onun adına daha vahim bir portre çıkar ortaya…
Böylesi bir siyasi profil duygusal kopuştan düşünsel kopuşa geçebilir.
Bu da partiden ayrılıp yeni maceraya atılmakla sonuçlanır.
Ya da yargı desteğiyle başına geçmesini düşündüğü (eğer öyleyse) partisinin bölünmesine neden olur.
Koltuk sevdası peşinde koşan siyasetçilere de bir yenisi eklenir.
Ancak böyle bir görüntü ne CHP’ye, ne Türkiye’ye ne de Kemal Kılıçdaroğlu’na bir yarar getirir.
Çünkü büyük sorunlar yumağı içindeki Türkiye ciddi bir yol ayrımının eşiğinde.
Ya cumhuriyetin değerlerini özgürlükçü, çoğulcu ve katılımcı demokrasiyle taçlandırıcak ya da otokratik bir yönetim anlayışıyla sonu belirsiz bir yola girecek…