Buse GÜLİN
Beni ben tanımlayabilirim sadece
Derimin altında taşıdığım bu ruh kimin?
Kelimeleriniz etki edemez kaderime
Kırılganım, prenses değil.
Dünya üzerinde toplamda kaç kişiden oluşuyoruz gerçekten net rakamı kimsenin bildiğine inanmıyorum. Hiçbir veri %100 doğru oranı sağlayamaz fakat şunu biliyorum ki hepimiz farklı ve sorgulanmaya açık olmayan bir duygusal yapı ile var edildik. Diğer açıdan ifade etmek gerekirse, hepimiz kendimize özgüyüz ve bu husus her insanı, her konuda bir diğerinden özerk kılıyor.
Anatomik gerçekliğimizin ötesinde, bizi soyut anlamda değerli kılan çok önemli bir güce sahibiz. Bu güce, bilinmeyen bir zamanda, “Kişilik” adı verildi. “Karakter ya da Kişilik” yazılarımın genelinde sık sık referans verdiğim bir olgudur çünkü insanın temel taşı olduğuna dair inancım tam. Söz konusu insan ise, hangi konudan bahsedersek bahsedelim, yolumuz mutlaka karakter/kişilik olgusunun kapısına dayanır. Neden mi? İnsanoğlu hem anatomik hemde karakteristik açıdan (anti-tezi olmayan) bir evrim teorisidir.
Maalesef içine doğduğumuz toplum, bizi değerleriyle öğütmek konusunda büyük bir başarı gösteriyor. Her birimiz, kendi özelimizde, ortak bir değer tabanına “monte ediliyoruz.” Buna “monte edilmek” diyorum, çünkü hiç birimiz bunu isteyerek ve bilinçli seçerek bir hayat inşa etmiyoruz. Daha önceki yazılımlarda da sık sık bahsettiğim gibi,ebeveynlerimiz, içinde büyüdüğümüz çevre hatta aldığımız eğitimin kendisi dahi, bizi kimliğini taşıdığımız etnik kökene bir çok açıdan “uygun” hale getirmeye çalışıyor. Biz böyle bir coğrafyaya uygun jenerasyon haline geliyoruz.
Bu“uygun hale getirilmek” meselesine ayrıca değinmek istiyorum. Bu durumun kendi içerisinde fazlasıyla sistematik açmazları var. Mesela “uygun hale gelmek” hususunda, beraber doğduğunuz beden müthiş önem arz ediyor. Kadın bedeninin sahip olduğu geçirgenlik ile erkek bedeninin sahip olduğu dayanıklılığın ayrı ayrı limitleri var. Bu virajın köşesinde durup, yeni cümleme Judith Butler ile başlamak istiyorum. Judith Butler “Gender Trouble( Cinsiyet Belası olarak türkçeye çevrilmiştir)” eserinde “Cinsiyet rollerinin toplum tarafından oluşturulduğunu” ifade eder. İnsanın sahip olduğu bedensel fonksiyon( cinsiyet) ile o cinsiyete atfedilen kurallar( roller) birbirinden farklıdır. Cinsiyet doğuştan sahip olduğunuz bedeninin tıbbi tanımlama biçimidir. Cinsiyet rolleri ise, kolektif yargıların(toplum) size dayattığı “yaşayış biçimidir.” Cinsiyet, kişinin doğal yapısını temsil ederken, Cinsiyetin rolleri, sistemin çıkarlar bütününe göre sürekli değişkenlik gösterir. Daha kültürel ve sosyal açıdan açıklayacak olursam, içine doğduğunuz bedenin türevine göre( Kadın veya Erkek), sistem size belirli davranış ve yaşayış kalıpları oluşturur ve bunlara uymakla yükümlü kılınırsınız. Bu sebeple, doğduğunuz andan itibaren, cinsiyetinize özel, sayısı belli olmayan kuralların tamamı size adım adım öğretilir.
“Prenseslik” söz konusu olduğunda, ciddi ciddi “cinsiyet normları”üstüne düşünmek gerekiyor çünkü toplumsal olarak, İki cinsiyete de atfedilen ayrı ayrı kurallar var. Bunlara uygun olmadığınızda, kendinizi bunlara uyarlayamadığınızda veya uyarlamayı seçmediğinizde, dışlanıyorsunuz hatta anormal olmakla suçlanıyorsunuz. Peki, cinsiyet kurallarını belirleyen kim? Neden her iki cinsiyet içinde duygusal/ fiziksel açıdan biçimlendirilmiş kurallar var?
“Prenses olmak” üzerine özellikle yazmak istedim çünkü günümüz toplumunda, bu kavram yeni bir cinsiyet aşağılaması olarak boy göstermeye başladı üstüne hızlıca toplum içerisinde yayıldı. Günümüzde “Prenses olmak”, kırılgan ve duygusal erkekleri tanımlamakta kullanılan kelime grubu olarak karşımıza çıkıyor. Popüler kültür etkisiyle, bir çok sosyal medya fenomeni tarafından farklı tanımlamalarla yeniden biçimlendirilerek halka geçiriliyor. Ayrıca, sosyal medyada aktif bulunan, web sitelerine yazan psikologlar tarafından da bir sendrommuş gibi yansıtılıyor fakat şunu söylemekte fayda var. Böyle bir sendromun tıbbi anlamda bir dayanağı bulunmuyor. Yani tamamen popüler kültür çıktısı olduğunu kabul etmek ve toplumun güncel rutini içerisinde biçimlenmiş bir “cinsiyet rolü uyarlaması” olduğunu ifade etmek önem arz ediyor. Gördüğünüz üzere, “Prenses olmak” bir kelime grubu olmasından öte, erkeklerin kırılganlığını – duygusallığını veya davranışlarını hatta yaşayış biçimlerini dahi aşağılayıcı tonda eleştirmek için sergilenen bir tutum haline geldi. Tam olarak bu nedenle “Cinsiyet rollerinin kökünü” bilmeye ihtiyacımız var.
“Erkekler ağlamaz, Erkek dediğin güçlü olur, Erkekler duygularını açığa vurmaz, Erkek dediğin dövüşür, Erkek dediğin söylenmez, Erkek dediğin kırılgan olmaz, Erkek kan kusar belli etmez, Erkek dediğin sevdiğini korur, Erkek adamın erkek çocuğu olur…“
Yukarıda tırnak içerisinde verdiğim şartlandırmaları ve daha nicelerini sayısız kez duyduğunuza eminim. Gördüğünüz üzere, erkeklere ve kadınlara dayatılmış, toplumsal açıdan varlığını hala koruyan, sayısız kural ve davranış biçimi var. Toplum tarafından, şahsi olarak, kabul edilebilirliğiniz ve tanımlanabilirliğiniz bu kurallara ne kadar uyabildiğinizle doğru orantılıdır. Uyumsuz olmayı seçtiğinizde, hırpalanır ve uygunsuzluğunuzun bedeli olarak yanlış kelime kalıplarıyla rencide edilirsiniz. Buna kolektif yargılama ve baskılama biçimi diyorum. Sürü psikolojisi dahilinde, bağlı olduğunuz topluluktan ayrı bir benlik oluşturamazsınız çünkü bu çabanız “otoriteye tehdit” olarak görülür. Bu yüzden bireysel gücünüz, toplu tepki ile sindirilmeye çalışılır. Kolektif bilinç bunu normalleştirmek için ise, ekstra çaba harcar. Kadın bedeni söz konusu olduğunda, Türkiye inanılmaz güçlü bir baskılama sistemine sahiptir ve bunu “geleneksellik veya değerler” başlığı altında, usülüne uygun biçimde servis etmeye çalışmakla epey meşguldür. Konumuz erkeklere karşı yürütülen bir sözlü/ yazılı zorbalama biçimini baz aldığı için, konunun “kadın ve kadın bedeni” tarafına giriş sağlamıyorum fakat bu yazıda bahsetmiyor olmam, bu sorunun varlığını hatta bugün dahi bununla savaştığımız gerçeğini değiştirmiyor. Kadınlar ve Erkekler olarak, farklı cinsiyet kalıpları üzerinden biçimlendiriliyor ve aynı zamanda tüketiliyoruz. İşin üzücü kısmı bunu birbirlerimize yapan yine bizleriz çünkü bize öğretilen tam olarak bu.
Oluşturduğum basit bir denklem dahilinde size algoritmayı açmak istiyorum:
Toplum nedir? – Büyük bir insan grubu
Toplumu kimler oluşturur?
Burada şema 3’ye ayrılıyor:
Üst jenerasyonlar ( Büyükbaba/ Büyükanne/ Dede/ Anneanne/ Babaanne/ Anne/ Baba)
Alt Jenerasyon( Çocuklar/ Torunlar)
En alt jenerasyon( Torunların cocukları/ Torunların torunları)
Dolayısıyla normlar Üst jenerasyondan alt jenerasyona ve en alt jenerasyona itinayla ( dayatma ile) aktarılıyor ve bizde bunları uzun süreli maruz kalmadan ötürü bilinçdışı normalleştirdiğimiz için uygulamaya başlıyoruz.
Sonuç olarak, her toplum, sadece cinsiyet konusunda değil ( aklınıza gelebilecek her açıdan), kendi istismarcılarını yine kendisi yaratıyor hatta itinayla yetiştiriyor.
Şimdi konuyu başlık ile bağlama zamanı geldi. Günümüzde bir kadın veya genç bir kız neden partnerini veya başka bir erkeği “Prenses” olmakla ithaf etsin? – Basit: Bu öğretildiği için.
Belirlenmiş ve dayatılmış cinsiyet normuna uymayan her bireyin toplum tarafından etiketlendiğini yukarıda var olan paragrafta zaten ifade etmiştim. Dolayısıyla, alt jenerasyona tâbi olan grup, üst jenerasyonun öğrettiği kalıplar/ kurallar dahilinde , uyumsuz olan kesime yargılayıcı bir tavır takınıyor. Erkeklere “Prenses” etiketi yapıştırılıyor çünkü burada yargılanan “Erkeğin kırılgan/ hassas/ duygusal ve benzeri çeşitli niteliklere sahip olmasıdır” fakat toplumsal cinsiyet normlarına göre erkek bunlardan hiç biri olamaz hatta bunları dışarıya asla yansıtamaz. Yansıttığında, bedeli toplumsal etiketleme+ aşağılama+ dışlama olur. Bunu ise toplumun bireylerini kullanarak sağlar. Yani bizi- birbirimizi.
Erkek neye göre kırılgan olamaz? Duygusal olamaz veya ağlayamaz? Ne sebeple partnerinden veya çevresinden hassasiyet ve özen talep edemez? Neden karakteristik özellikleri veya yaşama biçimi uygun bulunamaz? Kim koyuyor bu kuralları? İnsanın karakter yapısı nasıl bedensel formunun yeterliliği ile eş değer tutuluyor? Mesela bir erkeğin duygusal olması onu nasıl “tam bir erkek” olma ideolojisinden çıkarır? Kime göre – Neye göre?
CEVAP: Cinsiyet Tabularına göre. Nereden geldiği belli olmayan, geçersiz toplumsal dayatmalara göre.
Bir topluluğun paylaştığı yargı değerleri veya sürdürdüğü geleneksellik, “çoğulculuk politikası” üzerinden “geçerli” kılınamaz. Yani geniş bir nüfus, bazı kuralların gerçek ve anlamlı olduğunu iddia ediyor diye bunların anlamlı olduğunu sorgusuz sualsiz varsayamayız. Toplumsal düzlemde her ürün ( kültür dahi bir ürün/ çıktıdır) tartışmaya, sorgulamaya, üzerine düşünmeye ve yeni teoriler üretmeye açıktır. Dolayısıyla, koşulsuz kabulü gerekli kılan bir toplumsal norm/değer hatta kültürel yapı yoktur.
Toplumun yarattığı “Kabul edilebilir erkek” kategorisinde var olan klişelere baktığımızda hepimizin listeleyebileceği şeylerin olduğunu biliyorum. Yine aynı bulvara farklı bir sokaktan çıkacağım fakat bu listeleyebileceğimiz özellikleri nereden öğrendik? Bir üst jenerasyondan sonra birbirimizle olan rutin diyaloglarımızdan hatta bu rutin iletişimler, bu yapıların yayılmasını ve güncel kalmasını sağladılar. Dolayısıyla, kurduğum denklem farklı bir noktadan yine kendisini doğruluyor.
Burada hepimizin bildiği nitelikleri biraz sıralamak istiyorum.
Kabul edilebilir erkek = Dayanıklı olan, güçlü olan, maddi anlamda bağımsız olan, iyi dövüşebilecek kondisyonda ve fiziksel olarakta yapılı olan, duygusal olmayan, ağlamayan, iyi giyinebilen, lüks/iyi yaşam şartlarına sahip olan, aşk acısı çekmeyen ama tüm kadınlara bu acıyı çektirebilen, kadınları kendisine her daim hayran bırakabilen, seçilmeyen ama etrafındaki herkesi seçebilen, otoriter, göz dağı vermede çok başarılı, ciddi hatta ağırbaşlı, ailesinde lider konumunda olan ve tüm aile içi düzeni kontrol edebilen vb.
Yukarıda listelenen her şey ve türevleri, ideal erkek olma başlığı altında, hesapta “erkeksi (Maskülen) özellikler” olarak etiketlenerek; temel gereklilikleri oluşturuyorlar. Bu dayatmaların dışında var olan her eril karakteristik “Prenses” olmakla tanımlanıp, aslında suçlanıyor. Bir erkek veya Kadın, cinsiyet rollerinin emrettiği biçimde kendisini şekillendirmek ve hayatını bu yönde ilerletmek zorunda değildir. Kimsenin varlığı, diğerinin/lerinin düşünce biçimine/biçimlerine bağlı değildir. Kimsenin iradesi, diğerinin yaşam hakkı üzerinde egemen olamaz. En önemlisi kimse, diğerini tanımlayamaz.
Bilerek sonuca giden cümlelerimi ayrı paragraflar olarak yazıyorum. Her birey özgürdür. “İdeal kadın/ İdeal erkek” yoktur. Kimse nereden geldiği belli olmayan kurallar bütününe( toplumsal cinsiyet rolleri) göre yetişmek ve bunları yaşamında uygulamaya devam etmek durumunda değildir. Kırılganlık bir ayıp değildir fakat bunu yargılama hakkını kendimizde bulmamız maalesef saygıdan çok uzak bir tutumdur. Aslında her açıdan asıl ayıp budur.
Kimse prenses değildir, insanlar sadece hassas/ kırılgan veya duygusaldır hatta bazen farklı hayat dinamiklerine sahiptirler. Bir önceki cümlemde bahsi geçen bu hususların hiç biri, asla aşağılanmak/ yargılanmak için bir neden oluşturamaz. İnsanları olduğu gibi benimsemeyi ve birey olarak sahiplenmeyi seçmemiz gerekiyor. Çeşitliliği kucaklamanın ve sevgiyle büyütmenin en kısa yolu tüm dünya adına budur çünkü sevgi/ hoşgörü paylaştıkça çoğalır. Birbirimizi hırpalamak bunun bir yolu değildir.
Birbirimize iyi davranmaya ve dayatılan rollerin dışında davranış biçimleri geliştirmeye özen göstermemiz gerektiği kanısındayım. Başkalarının doğrusunu kendi doğrumuz kılmaya çalışmak veya bireysel doğrumuz olarak benimsemek hür iradelerimize en derin saldırıdır. Diğer insanların zihinlerinin çıktıları ile nefes almaktan çok uzak yaratıldık. Hayatımızın karar mekanizması bizim zihinlerimizin içerisinde bulunuyor. Hareket ederken veya karar verirken kendimizi dinlemeliyiz, karşımızdaki kişiyi/ kişileri değil. Hiç birimiz piyon değiliz, herkes kendi oyununda Şah’tır. Unutulmamalıdır ki : Şah kendi düzleminde yürür, emir kabul etmez veya ona emir geçmez.Daha rasyonel bir tonda yazmam gerekirse, Hayatınız size aittir, zihniniz ve dolayısıyla kararlarınız da. Bilhassa, kuşkusuz ki kimsenin aklıyla bir yaşam seçilemez.
Hayat, sevgi uğruna savaşa girdiğinizde anlamlı hale bürünür. Yadırgayarak veya kırarak sadece savaşın çapını ve dolayısıyla dökülecek kanın oranını büyütürsünüz. Bu kadar çok uluslu ve çeşitli yaratılmamızın sebebi birbirimizi sevmek oysa ki.
Değişim her zaman iyilikle başlar,
Yargılamaktan, aşağılamaktan veya dışlamaktan uzak bir geleceğe,
Bölüm sonu notu: Kimse prenses değildir ama herkes kırılgan/duygusal, hassas olabilir veya alışık olduğumuzun dışında bir hayat sürebilir. — Bu da herkesin en doğal hakkıdır. 🙂
Sevgilerimle.