Kalıtsal suçlar…

Buse GÜLİN

Bizde var olan günahların tamamının sebebi biz değiliz. Bazıları bize itinayla aktarıldı…

Yarı gizemli bir cümle ile yazıma hayat vermek istedim. Her canlının masum ve son derece büyüleyici bir güzellikle doğduğunu biliyoruz. Dünyaya merhaba deme şeklimiz aslında kötülüğün estirdiği terörden uzak bir noktada konumlanıyor. Doğmuş olanı, hayatının rutininin içerisine yerleştirdikçe, kötülüğün odağı haline getiriyoruz… Tıpkı kendimiz gibi.. Tıpkı bize yapıldığı gibi…

İnsan hayatına getirilen ve globalleşen bu dayatma sistem, kötülüğün her halinin hayatımızın içerisine sızmasına sebep oldu. Hatta bir tık daha ileri gidip, fazlasıyla objektif bir analiz yapmak istiyorum. Kapitalizm dediğiniz şey insanları hayatta kalabilmek için kötü olmaya itmekle son derece meşgul görünüyor. Çünkü herkesin sınırlarını korumak ve güvenliğini sağlamak istediği bir “Ben ve Ev” var. Bu yüzden herhangi bir konu hakkında limit aşımı “mazur” görülüyor.

Günümüzde, hayatta kalabilmek, daha iyi bir gelire sahip olabilmek, refah bir hayata geçiş yapabilmek için neler yapardınız?” sorusuna bir sürü insan “her şey” cevabını veriyor. Ne kadar acı değil mi? “Her şey” demek “Her kötülük” demek aslında… Dünyada “Fazla ve Çok fazla” kavramları eşit ve adil bir düzene hitap etmiyor. Adil sisteme hitap etmeyen her şey, kötülüktür. Adaletten iyilik, çıkardan ise sistematik kötülük doğar.

Yazılarımı düzenli takip eden okuyucuların kolaylıkla hatırlayacağı bir metin içi referans yapmak istiyorum. Bir önceki yazımda “Jenerasyon” kavramının tanımında değinmiştim. Jenerasyonun aslında “Zincirleme şekilde aktarılan değerler bütünü” olduğunu ifade ederek, bizi yetiştiren ve bizi yetiştirenleri de yetiştiren kişilerin (Büyükanneler ve büyükbabalar) kültürünü ve gelenekselliğini taşıdığımızı iddia etmiştim. Aslında, hepimiz, bizden önce gelen insanların “Kültürel kalıntılarıyız”. Bu kavram İngiliz Antropolog Edward Burnett Tyler tarafından da “Survivals and Remnants” başlığı  altında işlenir. Fakat ikimizin bunu ifade ediş biçiminde ki “Context” yani “bağlam” birbirinden biraz farklı. Bunu okuyucularıma şimdiden bildirmiş olayım. Bu yazımdaki terminoloji benzerliğimiz, içerikle birebir aynı değildir. Tyler’ın odağı “tek çizgili evrimdir” yani tüm  kültürler tek bir gelişim sürecine sahiptir. Bu gelişim süreci sırasıyla vahşilik- barbarlık- uygarlık gibi aşamalarla tanımlanır. Tyler (tüm dünya için) tek çizgili evrimi odak alırken, ben odağımı insanlığın tüm genel kültürel evrimi üzerine tutuyorum ve her ırka ait kültürün, evrensel tek bir gelişim sürecine sahip olmadığını iddia ediyorum. Her kültür kendisine özel bir dinamiğe ve gelişim sürecine sahiptir. Her toplumun gelişimi ve dolayısıyla kültürel evrimi birbiri ile tıpatıp aynı olamaz. Her kültür, kendi iç dinamikleri baz alınarak analiz edilmelidir. Global bir perspektif belirlemek, çeşitlilik açısından yanıltıcı olur. İşte ikimiz tam bu noktada ayrılıyoruz. Edward Tyler Cultural Evolutionarism’den, ben ise Franz Boas’ın Historical Particularism yaklaşımından geliyorum.

Bu kısa antropolojik veri aktarımından sonra konumuza geri dönelim. Başlıkta yer alan teorimin aslında hangi olgudan temellendiğini açıkça ifade etmiş bulunuyorum. Daha da derine inmem gerekirse, karakterimizi bizi etkileyen dış perspektifler ve konseptler ( ebeveynler ve içinde büyüdüğümüz çevre) şekillendirir. Aslında %90 ebeveynlerimizin bir yansımasıyız. Dolayısıyla, çocukluğumuzdan beri bizimle büyüyen duygusal travmalar, kusurlu davranışlar silsilesi, bizim oluşturduğumuz bir yapı değildir, bunlar bize aktarılan- geçirilen olgulardır. Çocukken, yalnızca bize verileni bilinçsizce alırız ve karakterimize ekleriz. Bilincimizin ve kendi irade mekanizmamızın işin içerisinde olmadığı hiç bir süreç, bir “tercih” sayılamaz ve işin içerisinde “kişisel eğilimin” var olduğu iddia edilemez.  Hepimiz, belirli bir yaşa kadar, ebeveynlerimizin ya da hayatımız üstünde karar mekanizmasına sahip diğerlerinin izin verdiği kadarını yaşamakla ve deneyimlemekle yükümlüyüz. Biriktirdiklerimiz, onların bize direkt olarak verdikleridir. Bu açıdan denklem şöyle kurulur: Kusurlu bir yetişkinin, kusurlu olan aslında çocukluğudur. Çocukluğunu kusurlu kılan kimdir? Cevabı artık otomatikman biliyoruz.! Bu yüzden terapilerde, kişinin çocukluğuna dönülür çünkü şu ana yansıyan tüm travmalar genelde orada gömülüdür. Hayat yolculuğumuzda, çeşitli tetikleyiciler sebebiyle, o toprak eşelenir ve toprağın yükü azaldıkça, gömülmüş deneyimler/ birikimler nefes almaya başlarlar. İşte bu noktada yıkılırız ve kendimizi yeniden inşa etmemiz gerekir. Bazılarımız, yeniden inşa etme kısmına yeterince cesaret edemez ve travmanın çıktılarıyla yaşamlarını sürdürerek, savrulurlar. Gördüğünüz üzere, en büyük dibe vuruşta bile, aslında bir seçim hakkı var.

“Kalıtsal suçlar” başlığını seçme sebebim de bu. Aslında bu bir metafor. Kimse “Suçlu veya suça meyilli” doğmaz. İnsanlar suça meyilli hale getirilir veya onlara suç işleme sistematik olarak öğretilir. İstismar, sadece bedensel dokunulmazlığı zorla ihlal etmekle alakalı bir husus değildir. İstismar duygusal, zorbalama (bedensel şiddet) ve psikolojik (aşağılama/ kurallar koyma/tehdit etme/ suçlama/ düzenli manipülasyon) olarak da işlev görür. Bunlara maruz kalmış bir çocuk veya direkt özne olmasa dahi, bu durumlara maruz kalmış biri ile yaşayan bir çocuk “Suç işlemeyi- Agresif olmayı ve hasar bırakmayı normalleştirir.” Hastalıklı bir yaşam biçimini normalleştiren çocuk mu suçludur? Ona bu hayatı veren ve beynine kazıyan insanlar mı? çünkü hepimiz biliyoruz ki hiç bir çocuk sonsuza kadar çocuk olarak kalmaz. Hasarlı bir dünyanın verildiği çocuğun yetişkinliği de normal olmayacaktır. Yetişkin bir insanı, kendi iradesi dışında sergilenmiş bir kötülükle büyüdüğü için ne kadar suçlayabiliriz?

Bu noktada hemen 2 üst paragrafımın son cümlesine dönüyoruz. “Seçim hakkı”. Burada, seçim hakkı önemli bir durum haline geliyor. Bir çocuk kendi hayatını yönetme kapasitesinden mahrumdur ama yetişkin bir birey, kendi yolunun çıktığı finali değiştirebilir. Yani içinden çıktığımız istismarın türü ve şekli ne olursa olsun, sorunla yaşamaya devam etmek mi doğru bir hayatın kapısını aralar yoksa onu değiştirecek kadar cesur olmak mı?

İstismarı devam ettirmek ve bir yaşam biçimi olarak belirlemek hatta başkalarına uygulamaya başlamak tercihtir ve kötülüğün bilinçli seçildiği ayrıca benimsendiği anlamına gelir. Söylemeden geçmek istemiyorum hiç bir suçun türü ve şekli meşrulaştırılamaz hele ki işin içerisinde bilinç var ise. Bu sebeple, hiç bu seçime yönelmeden, Sorumluluk alıp, var olan yaraları kapatmak, hataları onarmak gerekiyor. İç yolculuk derin bir sınavdır ama hakkıyla verildiğinde, kişinin evrimini doğurur. Sancısı büyük olan her savaşın verdiği zafer, ömür boyu gurur getirir. Yani, içinden çıktığımız eve benzememek, onun taşıyıcısı/ aktarıcısı ve uygulayıcısı olmamak önemlidir. Şimdi burada ilk paragrafımdaki kavrama dönüyorum. “Jenerasyon” bir kişi tarafından değiştirilebilir. O değişim var olan “Kültürel Kalıntıları” micro düzeyde( o kişinin ailesi ve çevresini baz alacak şekilde) etkileyecek ve zamanla macro( tüm toplum) bir gelişimin kapısını açacaktır. Toplumun değişmesi için, önce kendimizden başlamamız gerekir. Kendi evimizin içini değiştirirsek, orada doğanları da otomatikman değiştiririz ve onlarda kendilerinden olacakları değiştirirler. Böylelikle, yeni bir sosyal dönüşümün- gelişimin kapısı açılabilir.

Unutmamak gerekir: Tüm  insanlık tarihini sürekli ve düzenli olarak hep 1 kişi değiştirmiştir. Her toplumun kendi özelinde, her açıdan dönüşümüne katkı sağlayan, her dönemini ayrı değerli kılan 1 kişi mevcuttur. Demem o ki büyük değişimler hep 1 kişi ile başlar ve bu değişimler bağlı olduğu topluma sonra ise coğrafyaya yayılır. Bu yüzden, karanlık noktalarımızı, noksanlıklarımızı, aksaklıklarımızı tamir etmekten ve onları iyiliğe dönüştürmekten geri durmamalıyız. İyileşelim ve çok daha iyi bir versiyonumuza dönüşelim ve bizden sonra gelecek nesilleri ( Jenerasyonu) değiştirelim.

Son söz olarak,

Her milletin tarihinde, karanlığı yarıp halkına ufuk açan bir isim vardır demiştim. Bizim coğrafyamızda ise bu isim, kaderimizi kökten değiştiren, bize özgürlüğün ve Cumhuriyet’in ışığını armağan eden sevgili Mustafa Kemal Atatürk’tür. Ona olan minnetimi ve en derin saygılarımı sunarım.