Buse GÜLİN
İzlediklerimizin tamamı biz miyiz?
Yoksa, bizi izlediklerimiz mi oluşturuyor?
Bu ikilem üzerine sayfalarca yazılabilir aslına bakılırsa belki de kitap serisi haline gelebilecek bir modern problemden bahsediyoruz. Buna “problem” etiketini yapıştırdım çünkü bu toplumların genel psikolojisini etkileyen, müthiş bir global rahatsızlık haline geldi.
Dizi/ film izleyebildiğimiz sayısız platform ve aracı mekanlar var (sinemalar). Aslında “seyir ihtiyacımız” o kadar güçlü bir hale geldi ki, farklı içeriklerin olduğu sayısız online sisteme düzenli ücretler ödüyoruz. Sokak jargonuyla “Her birimiz, artık her masada varız.”
Bu hafta üstüne eğilmek istediğim konu, başlıktan da anlayacağınız üzere bu değil. Ben daha derin ve bilinçaltımızı ele geçiren bir duygusal saldırıdan bahsetmek istiyorum. İfade ediş biçimim biraz sert gelebilir fakat cümlelerin devamını getirdikçe, nedenini öğreneceksiniz.
Üyeliklerimizin olduğu platformlarda sıklıkla kendimize hitap eden içerikleri izliyoruz. Bu dünyanın genelinin sahip olduğu bir kültür halini aldı hatta bunu tanımlayan bir kelime grubu icat edildi. Kendisi “Netflix and Chill.” Tanıdık geldi mi? Eminim çoğumuza gelmiştir çünkü bir ara her yerde, her profilde, her çekilen fotografın altında kendisiyle karşılaşıyorduk. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Netflix ve devamında çıkan platformlar (Blue Tv, Disney Channel, Prime Video, Exxen, Gain vb.) artık bizim günlük hayatımızın red edilemez macro bir parçası. Peki, hayatımızın geniş bir alanını kaplayan bu platformlara uğrama eğilimimiz fazlasıyla sıkken, izlediğimiz içeriklere karşı olan bilincimiz ne düzeyde? Bir filtreleme güdümüz var mı? Bahsettiğim şey, konusuna veya kadrosuna/ puanına göre yapım seçmek değil, bahsettiğim şey sonuna ve verdiği duygusal öğretiye göre içeriği seçmek…
Bu konuda dünyanın genelinde mükemmel bir sorun var. Fark ettiniz mi bilmiyorum fakat günümüzde, çoğu yapımda, izleyiciye tanıtılmış ve izleyicinin duygusal bağ kurduğu karakterlerin sonu ölüm oluyor. Hayatta kalıp, mutlu sona erişebilen, ideal dünyasını kurabilen karakter itemi ile karşılaşmıyoruz. Sizce neden?
İzlediklerimiz aynı zamanla deneyimlerimiz ve geleceğe dönük umudumuz/ hayallerimiz ile eşleşir. İzlediklerimizin kalıcı olarak günlük hayatımızda değişlikler yapmak, yeni davranış biçimleri geliştirmek ve iletişim şeklimizi değiştirmek gibi bir sürü değişken motivasyon sağladığını biliyoruz. İzlediği yapımlardan sonra saçlarını boyatanlar veya dövme yaptıranlar, şehir hayatını terk edip, doğada yaşamaya başlayanlar, işinden istifa edenler, kendi işini kuranlar, evlenenler, boşananlar, ülke değiştirenler, aşkını ilan edenler derken.. Aslında skala bu kategoride bir hayli uzayıp gidiyor.. Gördüğünüz üzere, izlediklerimiz bize ilham veriyor. Şayet, olumlu şeyler izliyorsak. Ya olumsuzlar? Hiç düşünüyor musunuz? Olumsuz şeyler bilinçaltımızda bize ne yapıyorlar?
En başta tüm kaygılarımız kendisini destekleyecek extra bir taban buluyor ve stres seviyemiz artıyor. İçinde olduğumuz dünyaya ve şartlara karşı inanılmaz negatif bakan ve her zaman olayların en olumsuz tarafını gören hatta bunları başımıza gelecek gerçekliğimiz olarak sayan (buna körü körüne inanan) insanlar haline geliyoruz. Bunlara depresyon veya melankoli diyebilirsiniz. Bunlar genelde dönemseldir. Ben daha uzun soluklu bir patolojiden bahsediyorum çünkü hayatımızın tam merkezine kök salıyorlar. Bunu ne sağlıyor? Cevap: Düzenli ve istikrarlı biçimde izlediğimiz şeyler.
İzlediğimiz her yapıma kapılırız özellikle dizileri ve film serilerini sıkı sıkıya takip etmemizin sebebi duygusal olarak geliştirdiğimiz bağlılıktır. Bu bağlılık kendimizle eşleştirdiğimiz noktaların olmasından doğar. Peki, “İzlemeyi seçtiğimiz karakterler kötü sona maruz kaldığında??”Bu soru sizin için. Sadece üstüne düşünün ve devamını siz getirin istiyorum.
Günümüzde, izlediğimiz içeriklerin yoğunlukla sonu kötü bitiyor. Ayrılıklar, hastalıklar, kazalar, ölümler veya cinayetler.. Biz, global olarak, sürekli acı- trajedi- dram üçlemesine maruz kalıyoruz şu sıralar. Bilhassa izlemeyi tercih ettiğimiz romantik dizilerin ve filmlerin sonunda ne hikmetse aşıklardan biri mutlaka çaresiz bir hastalıktan ölüyor… Bütün süre boyunca, bize adım adım ölümü bekleme komutu veriliyor ama izlediğimizin romantik bir yapım olması gerekiyordu değil mi? Aşk- sevgi ve mutluluk görmemiz gerekiyordu? Neden adım adım ölüme giden bir karakterin duygu durumuna sokuluyoruz?
“Hayatın her yönünü görmek lazım” diyenlere katılıyorum ama son zamanlarda hayatın tek yönü “Olumsuz/ Acınası finaller” olmadı mı? Neden?
Sistematik olarak, bize “Umutsuzluk” duygusu yükleniyor. Olumsuzluklar bilinçaltımıza aşılanıyor ve bu bilhassa ikili ilişkilere olan inancımızın, uzun soluklu bir sağlıklı ilişki kurabilme kapasitemizin, mutlu sona sahip olma hevesimizin ve dünyamızı geliştirmeye olan teşvikimizin kökünü kazıyor. Sokaklarda bir sürü mutsuzlukla gezen, hayata negatif bakmayı davranış biçimi edinmiş bireylerle karşılaşıyoruz. Bu noktada belirtmek istiyorum ki duygu durumu yoğunluğu hususunda, içinde olduğumuz sosyal- ekonomik standartlar tabi ki maksimum bir “zorlayıcı ve baskılayıcı mekanizma” halinde varlığını hissettiriyor fakat bu kadar olumsuzluğun içerisinde, bireysel motivasyonumuzu tamir edilebilecek kısıtlı veriye sahip olduğumuzu yadsıyamayız. Bunlardan biri izlediklerimizdir. Her gün komedi dizilerinin, komedi filmlerinin, romantik filmlerin/ dizilerin ( mutlu sonlu) izlenildiği bir evde, dışarıdan getirilen sorun ne kadar hayatta kalabilir ki? Bir noktada izlediğinize kapılır, orada var olan bir diyalogdan, bir karakterden veya sahneden ilham alır ve bir sonraki gün için daha da güçlenirsiniz. Ya dışarıdaki olumsuzluğa ek, bize yine olumsuzluk servis edildiğinde?
Sonucu görmek için sokaklara bakmak, sosyal medyada gezmek yeterlidir. Çoğu insanın, sosyal medya platformlarında paylaştığı içeriklerin( video, hikaye, fotoğraf) gerçeği yansıtmadığını biliyoruz. İnsanlar mutlu değiller, mutluluğu “oynuyorlar”. Zaten sahip olduğumuz bir duyguya neden erişemiyoruz? Bilinçaltımız olumsuzlukla- olumsuz finallerle sürekli tetikleniyor çünkü. Bilinçsizce, izlediklerimize göre olasılıklar geliştirip, sonuçlar türetiyoruz. Çoğu insanın hastalıklarla ilgili bilgisi dahi, dizilerden verildiği kadarıyla sınırlı. Bir çok dizi/ film karakterinin gerçekten var olduğuna üstüne o mesleği icra ettiğine inanıyoruz ve onları belirtilen kurgusal mekanlarda gerçekten gidip arayabiliyoruz. Bu durum bir dönem ortalığı kasıp kavuran Hastane (Doktorları baz alan) veya polisiye dizilerinde fazlasıyla ortaya çıkan bir gerçeklik haline gelmişti. Yani, kimse gerçekten izlediğini araştırmaya ihtiyaç duymuyor dahi. Gördüğünüz üzere, izlediklerimize bilhassa bu coğrafya da fazlasıyla kapılıyoruz. Şimdi, izlediğimiz sonların verdiği duyguların bize geçmediğine gerçekten emin miyiz?
Bilinçli filtreleme yapmak günümüzde çok büyük önem arz ediyor. Kendi adıma, sonu kötü biten veya karakterlerin olumsuzlukla cezalandırıldığı ( Bu sadece ölüm olmayabilir. Ayrılıklar- terk edişler- bitişler vb) hiç bir yapımı izlemeyi tercih etmiyorum. Olumsuz duygulara kendimi ve zihnimi kapattım çünkü onları bilinçaltımda yaşamak ve kendi seçeneklerime istemsizce uyarlamak istemiyorum. İzlediklerimizde bir deneyimdir ve her deneyim, bir gerçekliği kurgulamada temel oluşturur. Dolayısıyla, ne yaşayacağımızı ve ne izleyeceğimizi elimizden geldiği kadar kontrol etmekle yükümlüyüz. Kendi psikolojimizi onarmak ve odağımızı olumlu duygular üstünde sabit tutmak kendimize olan görevimizdir. Kendimizi mutluluğa ve güzel duygulara programlama zamanı çoktan geldi. Öyleyse, Nice mutlu sonlara (çünkü hepimizin hak ettiği bu).
Son söz: İnsanlar mutlu olduklarında parlarlar. Özümüzde var bu. Işıkta kalmak için, ışık biçiminde yaratıldık.
Sevgilerle…