Kemal ASLAN
Senaryosunu Michael Haneke ve JohannaTeicht’in birlikte yazdığı, yönetmenliğini Michael Haneke’nin yaptığı 1989 yılı yapımı “Yedinci Kıta” Duygusal Buzlaşma Üçlemesinin ilk filmi. Orta-üst sınıf kategorisinde yer alan bir aile üzerinden Haneke, kapitalist toplumun eleştirisini yapıyor. Film yaklaşık üç yıllık bir zaman diliminde (1987-Ocak 1989) ailenin yaşadığı dönüşümü anlatıyor. Hanake, zaman temelinde filmi bölümlemiş. Üç bölümden oluşan filmde giriş niteliğindeki ilk bölüm1987 yılı yaklaşık 36 dakika, gelişme niteliğindeki ikinci bölüm 1988 yılı yaklaşık 14 buçuk dakika, sonuç niteliğindeki üçüncü bölüm 1989 yılı yaklaşık 40 dakika sürüyor. Haneke, yaşanan ailenin yaşadığı değişim ve dönüşümü zamandizimsel olarak düz çizgisel doğrultuda aktarıyor. Bu seyircinin yaşanan gerçekliğin doğrudan kavramasına da yardımcı olacak bir yol. Kurgu oyunlarına (geriye dönüş, ileri gidiş, eş zamanlılık vb.) başvurmuyor. Gerçekçi anlatımı benimsemiş bir yönetmen olarak yaşanan olayın kavranılmasına önem veriyor.
Filmde hayatın belirli rutinlerine ağırlıklı bir biçimde yer veriyor. Örneğin otomobil yıkama sahnesi filmin jeneriğinde yaklaşık dört dakika; ikinci bölümdeki üç dakika 45 saniye; üçüncü bölümde ise 18 saniye olmak üzere toplam 8 dakika üç saniye sürüyor. Jeneriğin de filme ait konuyla bağlantılı sürmesi yönetmenin yerinde bir tercihi bence. Böylece Haneke, daha başlangıçta seyirciyi konunun içine dahil etmiş oluyor. Aile içi iletişimin yeterli olmadığını bu sahneden anlıyoruz. Anna ve Greog arasında bu süre içinde doğru dürüst bir diyalog gerçekleşmiyor. Aslında film tam da iletişimsizliğin giderek arttığı bir ortama işaret ediyor. Başlangıçta yüzleri gülen mesut olan insanlar giderek zamanla mutsuzlaşıyor. Haneke, bu mutsuzluğun kaynağının kapitalist toplum olduğunu nesnel bir yaklaşımla ortayla koyuyor. Anna annesinin ölümünden sonra kocasının ebeveynleri ile mektup yazarak iletişime geçiyor, onlara kendileri ve yaşadıkları hayat hakkında bilgi veriyor. Duygu ve düşüncelerini paylaşıyor. Benzer biçimde Greog da önce üst yöneticilikten ayrılma sürecinde daha sonra da intihar kararı aldıktan sonra anne ve babasına iki mektup yazıyor. Telefonla görüşme olanakları potansiyel olarak varken bu olanağının kullanılmaması ya da sadece bir yolun denenmesi ilişkilerde derinliğin olmadığı kanısını uyandırıyor. Sürekli mektuplaşma olmaması ebeveynlerle aralarında güçlü bir bağ olmadığının işareti. Mektup duygu ve düşünceleri dile getirmede önemli. Ben hâlâ mektup yazmayı severim. Çünkü mektup insanın ruh halini düşüncelerini kelimelere dökmede bence etkili bir iletişim aracıdır. Üstelik söz gibi uçucu değildir, kalıcıdır. Şimdi e-mail ya da WhatsApp, Instagram üzerinden yazışmalar yapılıyor. Ama kelimeler özensiz oluyor, dilde bir savrulma yaşanıyor. İnsanlar anlaşsa da iletişimde bir derinlik olamıyor.
Hem Greog’un hem de Anna’nın işyerinde de doğru dürüst iletişim kurduğunu göremiyoruz. Sınırlı bir etkileşim var. Ailenin sosyal ilişkileri de zayıf. Pek görüştükleri insanlar da yok. Evlerine gelen ve giden senede bir ya da iki kişi. Anna’nın erkek kardeşi göz doktoru Alexander’i saymazsak. Marx’ın deyişiyle insanın özünü toplumsal ilişkileri oluşturur. Burada aile bireylerinin pek toplumsal ilişkileri olmadığını görüyoruz. İnsanın en önemli özelliği kendini yeniden üretmesi, gerçekleştirmesi bunun koşullarını yaratabilmesi. Her ne kadar kapitalist toplumda engelleyici mekanizmalar olsa da ekonomik kaynaklarla bunu yapabilecek insanlar var. Ancak ne Anna ne de Greog kendilerini geliştirecek bir arayış içinde değiller. Onlar sürekli tekrar eden bir rutinin (sabah 06.00’da kalkmak, önce Eva’yı okula sonra Anna’yı aile ait işyerine bırakmak ve en son olarak da Greog’un işyerine gitmesi, İş dönüşü bu rutin Greog’un önce Anna’yı sonra Eva’yı okuldan alması biçiminde oluyor. Sabahları birlikte hızlıca kahvaltı yapmak, akşamları yemek yemek, sonra yatmak) boğuculuğu hissediliyor. Gün yatmak, kalkmak çalışmak, eve dönmek biçiminde özetlenen bir sarmal içinde geçiyor. Bu sarmal aile bireylerinin kendilerini yeniden üretmelerine olarak vermiyor. Onların da potansiyellerini gerçekleştirme, yeteneklerinin ne olduğu konusunda bir arayışları da yok. Sıkışmış kalmış bir hayat yaşadıklarının farkındalar ama mutsuzluklarının kaynağının ne olduğunu bilmiyorlar. Yüzeysel ilişkiler yumağı içinde hayatları akıyor. Bu durum filmin ikinci bölümünden itibaren mutsuzluklarına yol açıyor. Anna ve Greog’un yatak kıyafetleri ile sevişmeleri de cinselliği aile olmanın bir gereği olarak yetirene getirdiklerini gösteriyor. Zaten, sevişme sürecinde Greog tek yanlı rahatlama yaşarken Anna orgazm olmuyor.
Yaşadıkları rutin onların ruhunu tatmin etmiyor. Yaşamdan haz almaya çalışsalar da arzularının ne olduğunu bilmeden yaşıyorlar. Greog’un çalıştığı şirketin üst yöneticisi olması, buzdolaplarının sürekli yiyeceklerle dolu olması onları tatmin etmiyor. Entelektüel herhangi bir etkinliğe dahil olmuyorlar. Sinemaya gitmiyorlar, tiyatro oyunu izlemiyorlar, sergi gezmiyorlar. Pek kitap okumuyorlar. Karı-koca arasında yaşanılan zamana ilişkin bir diyalog da gerçekleşmiyor. Bir arada olmaktan mutlu görünseler de bu durumu onları büyük çöküşe sürüklüyor. Ne istediklerini değilse de ne istemediklerini biliyorlar. Bu hayatı böyle yaşamamaları gerektiğini bilincindeler. Küçük kızları Eva’da başlıyor ilk arızalı hal. Önce okulda görmüyorum diyerek öğretmenini ve arkadaşlarını etkilemeye çalışıyor. Aslında görüyor. Daha sonra bit varmış gibi sürekli kaşınıyor ve vücudunda kaşınma nedeniyle kızarıklıklar oluşuyor.
Aile bireylerinin güçlü manevi bağları da yok. Belirli bir inanç sistemi yaşamda kalmalarını sağlıyor. Durkheim, intihar konusunda yaptığı çalışmada Katoliklerin Protestanlara göre daha az intihar ettiğini ortaya koymuştu. Ya da belirli bir ideoloji de insanın ayakta kalmasını sağlayabiliyor. İdealleri gerçekleştirme mücadelesi… Gerçi ideoloji konusunda da “ideal kaybı” sonucu intiharlar olabiliyor. Yani savaşılan ideallerin yerine gelen rejimin fazla bir şeyi değiştirmediğini görmenin bireyde yarattığı travma…
Filmde aile her şeyini satıyor. Bankadaki 480 bin şilini çekiyorlar, otomobillerini hurdacıya satıyor. Avusturya’dan Avustralya’ya 7’inci Kıta’ya gideceklerini açıklıyorlar. Oysa asıl amaçları intihar etmek. Küçük kız Eva da ölümden korkmadığından onu da yanlarında götürme kararı alıyorlar. Aldıkları çekiş, balyoz ile evdeki tüm eşyaları tuz buz ediyorlar. Çok sayıda balığın yaşadığı akvaryumu da parçaladıklarında balıklar yerde susuzluktan can veriyor. En etkilendiğim sahne aile bireylerinin geçmişlerini ortaya koyan fotoğrafların yer aldığı albümün yırtılması oldu. Kendilerine ait bir iz kalmasın istiyorlar. Adları, sanları bilinmesin. Sistem eleştirisi içeren en güçlü sahne aldıkları parayı klozetin içine atıp sifonu çekmeleriydi bence. Sistemin değer anlayışını ortaya koyan paranın hiçleştirildiği bir andı bu. Herkesin sahip olmak istediği şeyden vazgeçmişlerdi. Metalaştırmaya karşıydılar. Ne istediklerinin bilincinde olmasalar da ne istemediklerinin bilincindeydiler. Kapitalizmin dayatmalarına karşı çekirdek aile olarak tepki koyuyorlardı. Ölmeden önce akşam ve sabah yemekleri her zamankinden farklı bol çeşitliydi. Yeme, içme hazzını ailecek yaşadılar son kez. Sonra ilaç içtiler. Küçük kız ölmekten son anda vazgeçmek istese de annesi buna izin vermedi.
Yedinci Kıta filmi, kapitalist toplumda ailenin nasıl hastalıklı bir yapıya dönüştüğünü ve ölmekte olduğunu ortaya koyuyor. Aile bireylerinin nasıl duygusal buzlaşma süreci –birbirine karşı hissizlik- yaşadıklarını çarpıcı bir dille anlatıyor. Haneke, kapitalist toplumun hastalıklı yapısının kutsanan aileyi nasıl ölüme sürüklediğine işaret ediyor. Metaya dayanan ilişkiler tüm değerler gibi aileyi de yok ediyor.