Kemal ASLAN
Geçen hafta beş gün Diyarbakır’daydım. Uzun yıllar gazetecilik yapmış biri olarak bölgede yaşayanların “barış süreci” ya da “terörsüz Türkiye” konusuna nasıl bakıldığını merak ediyordum. Daha önce geldiğimde görüştüğüm insanlarla yeniden konuştum, onlara süreci nasıl değerlendirdiklerini sordum. Bu tür konuşmalar ve gözlemlerin öznellik içermesi, genelleştirilmesi sakıncalı sonuçlara yol açabilir. Bu konudaki eğilimleri bir anket, kamuoyu araştırması daha doğru bir biçimde ortaya koyabilir. Ancak, ben daha önceki izlenimleri yazmadan önce yaptığım gibi toplumun farklı kesimlerindeki insanlarla konuşmayı tercih ettiğimden nesnel bir eğilimi de bu konuşmalardan yakalamak mümkün.
Öncelikle büyük çoğunluğunun sürece ilişkin değerlendirmesi sanki ağız birliği etmiş gibi aynı sözcüklerden oluşuyordu: “Herkes kendi yolunda”. Bu sözcüklerin bir ortak payda olarak bölge insanları tarafından dile getirilmesi bir anlamda kolektif bir ruh halinin dışavurumu olarak görülebilir. Benzer bilinç düzeyinde olmasalar da konuştuğum insanların aynı sözcükleri kullanması yaşanan olguya dair kolektif bir değerlendirmenin ifadesi bence.
Önce bu sözcüğü duyduğumda duraksadım. Ne demek istiyorlar diye düşündüm, sonra biraz açmalarını istedim. Yani “herkes kendi çıkarında, kendi sahasında oynuyor, bu süreçten ne elde edebiliriz, diye bakıyor.” anlamında kullanıyorlar bu sözcükleri.

Bölge insanı “silahların susmasından, can kayıplarının olmamasından, annelerin gözyaşlarının durmasından” mutlu. Ancak sürece temkinli, sakin bakıyorlar. Barışın hemen tesis edilemeyeceğinin 47 yıllık sürecin bir anda tersine dönemeyeceğinin farkındalar. Barışın inşasının karşılıklı çabalarla gerçekleşeceğini bu konuda siyasal önder olarak gördükleri Öcalan’ın devreye girmeden adım atılmasının zor olacağının bilincindeler. O yüzden komisyondakiler de bu yönde bir eğilimi dile getirdiler.
Bölge halkı “sütten ağzı yanan”, bu nedenle de “yoğurdu üfleyerek” yemek durumunda kaldıkları gerçeğiyle hareket ediyorlar. Zira bu siyasal iktidar döneminde atılan adımların nasıl akamete uğradığının, umutların nasıl söndüğünün bilincindeler.

Konuştuklarım, ABD ve İsrail çerçevesinde şekillenen bölgedeki konjonktürün Kürtler açısından yarattığı “tarihi bir fırsat”ın olanaklarının değerlendirileceği ve somut bir görünüm (yeni devletleşme, özerk bölge, vb.) kazanabileceği görüşündeler. Burada Türkiye-İsrail ve Türkiye – ABD arasındaki çelişkilerin kendi lehlerine olumlu sonuçlar yaratabileceği fikrini taşıyorlar. ABD’nin Türkiye’nin öncülüğünde Kürtlere alan açabileceği olasılığını da dikkate alanlar oldu. Hatta bunun Musul-Kerkük petrolleri çerçevesinde Türkiye’nin zenginleşmesine de katkı yapabileceği dile getirildi. Yani senaryoların Türkiye ile birlikte mi yoksa Türkiyesiz mi gerçekleştirileceği bölgede konuşuluyor. Hangi senaryonun gerçekleşebileceğinde uluslararası dinamikler kadar Türkiye’nin de gücü ve tutumu da belirleyici olacak. Türkiye’nin Suriye’deki rejimi desteklemesinin İsrail ile çelişkilerini arttırdığı görüşü burada konuşuluyor. Bölge halkının yıllardır siyasal olayların içinde olması Türkiye’nin Batı kesimlerine oranla gelişmeleri, gündemi daha yakından izlediklerini gösteriyor.
Konuştuğum esnaf, ekonominin zor durumda olduğunu, ekonomiyi düzeltmeden barışın gerçekleşmesinin zor olduğunun altını çiziyorlar. Siyasi iktidarın ekonomik çöküş nedeniyle böyle bir adım attığını düşünüyorlar.
Konuştuğum biri süreç hakkında uzaya atılan füzeleri örnek gösterdi. “O füzelerde boş yakıt tankları, vb. zamanı geldiğinde nasıl uzay aracından ayrılıyorsa bu süreçte de önce halk dışlandı” dedi. Yani barış sürecinin halka dayanmadan, tepeden yürütüldüğüne ve nelerin olup bittiğinin halka yansıtılmadığına işaret etti. Bu tür süreçlerde ülkenin tümünde halkın ikna edilmesi, bu yönde irade konulması önemli. Bunun ileride bir sorun olarak ortaya çıkması ihtimali konuştuğum insanlar tarafından dile getirildi.
Bir başka konuştuğum kişi, “bölge halkının bu sürece olumlu bakmasına rağmen Batıdaki kentlerde halkın önyargılar taşıdığını, sürecin “tepeden inmeci, despotik bir anlayışla yürütüldüğünü” ifade etti. “Sürecin içinde olanların karşılıklı çıkarlarını korumak için, bu çıkarları devam ettiği sürece bu konuda adım atıyor gibi göründüklerini”, söyledi. Siyasal iktidarın meşruiyet temelinin oldukça zayıfladığını; konjonktürel zorunluluk çerçevesinde Kürtlere yönelik adım attıklarına işaret etti. Bu konuda diğer konuştuklarım da hem fikir. Biri “iki tarafta birbirini tanıyor, hangi adımları atacakları, nereye kadar atabileceklerini biliyorlar” dedi.
Konuştuğum bir başkası “Öcalan milletvekilliğine aday olsa seçilemez, Kürtler nezdinde itibarı azaldı”, dedi. Bir başkası Selahattin Demirtaş’ın sürece dahil edilmemesini “büyük bir eksiklik olarak” nitelendirdi.
Eskiden Kürt siyasi hareketinden milletvekili seçilenlerin bilindiğini ama son seçimde kimin milletvekili olduğunu bilemediklerini, o kişileri hiç tanımadıklarını söyledi başka biri. “Daha önceki milletvekilleri halkın içinde olur, sorunlarımızı dinlerdi, bunlar bölgeye bile gelmiyor” dedi. Bu durum bölgede temsil edilenler ile halk arasında yaşanan bir kopukluk olduğu hissini verdi. Biri “Demirtaş, parti kursa DEM onun kadar oy alamaz” dedi. Liderlik sürecinde Öcalan öne çıkan bir profil olsa da Demirtaş’ın ağırlığının giderek arttığını söylemek mümkün.
Kürt siyasi hareketini yakın olanlar, sürece olumlu bakıyor. İnsanların çatışma ortamından yorulduğunu, barışın filiz vermesini istiyorlar. Umudu ayakta tutmaya çalışıyorlar ve Öcalan’ın stratejik bir konumda olduğunu belirtiyorlar. “Barışa bir şans vermek lazım” diyorlar. Öcalan’ın 1990’ların sonundan itibaren savunduğu “Demokratik Cumhuriyet” paradigmasının Türkiye’nin her alanda demokratikleşmesine yönelik önemli bir adım olduğunu, sosyalistlerin, sosyal demokratların da bu perspektife sahip çıkmasını bekliyorlar. “Demokratik Cumhuriyet” paradigmasının “kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz” sloganında dile getirilen gerçekliğin somutlaşması olarak görüyorlar.
Sonuç olarak konuştuğum kimse süreci reddetmiyor, olasılıkları dikkate alıyor, sürece ket vuran taraf olmak istemiyor. Bölgede yıllarıdır çatışma ve gerilim ortamında yaşamanın getirdiği bilinçle de temkinliliklerini sürdürüyorlar. Kısaca, konuştuğum insanlar “barış süreci”nin yavaş ilerlediğini, sorunlar olduğunu ancak karşılıklı iradeyle bunların aşılabileceğini biliyorlar.