Dr. Aysun Köktener-gazetesanal.com
Son günlerin en çok tartışılan yapımlarından biri Berkun Oya’nın yazıp yönettiği Netflix dizisi ‘Bir Başkadır’ oldu. Aynı şehirde yaşamasına rağmen yaşam tarzı ve kültürel olarak birbirinden kopuk insanların öyküsünü anlatan dizi, gerek kurgusu ve müziği gerek senaryo ve oyuncu kadrosu ile hem medyanın hem sosyal medyanın gündeminde yer etti ve yayınlandığı ilk günde Türkiye’de en çok izlenen yapımlar arasında yer aldı. Öykü Karayel, Fatih Artman, Funda Eryiğit, Alican Yücesoy, Tülin Özen, Defne Kayalar, Bige Önal, Derya Karadaş, Nesrin Cavadzade ve Settar Tanrıöğen gibi isimlerin rol aldığı dizi için birçok seyirci, 8 bölümde Türkiye’nin portresinin çizildiğini belirtiyor.
Türkiye’nin sosyolojik resmini kilit karakterler üzerinden anlatan dizi için söylenen en belirgin özellik sahici olması. Toplumda her an karşılaşılabilecek karakterlerin ekranda görülmesi ya da günlük dilin diyaloglara ustaca yerleştirilmesi seyirci için cazibe oluşturmakta.
Türkiye’nin çift kutuplu olan yaşam tarzında gelenek ve modernin çatışması kadar birlikteliğine de dikkat çeken dizi Berkun Oya’nın söylemiyle; kültürel olarak birbirine ışık yılı uzaklığında, ama yine de yan yana, yüz yüze, iç içe aynı hayatı paylaşan insanların hikayesini temel alıyor.
Köyden İstanbul’a gelmiş, bir gece kulübünde güvenlik görevlisi olarak çalışan abisi, yengesi ve iki çocuğuyla şehir dışında bir gecekonduda yaşayan Meryem, dizinin merkezinde olan karakter. Başörtülü, gelenekçi, dini duyguların ve ritüellerin ağır bastığı bir ortamda hayatını sürdüren Meryem, haftanın belirli günleri temizlik görevlisi olarak şehrin yolunu tutuyor. Meryem, nedensiz bayılmaları sonucunda kendini Robert Kolejli, yurtdışında okumuş, vejetaryen, çevresine mesafeli psikiyatrist Peri’nin karşısında buluyor. Böylece birbiriyle gönüllü olarak bir arada olma ihtimali olmayan geleneksel ve modern hayatı sembolize eden karakterlerin karşılaşma serüveni başlıyor.
Bıçak sırtı konuları, tabuları ve inançları odak noktasına alan dizinin temelinde toplumdaki farklı kesimlerin birbirleriyle iletişimsizliği ve empati yoksunluğunun tartışması da yatıyor.
Bazılarına göre Zeki Demirkubuz ile Nuri Bilge Ceylan karışımı bir film olan ‘Bir Başkadır’, akademisyen ve yazar Tayfun Atay’a göre kitlesel yalnızlık, kültürel şizofreni ve gündelik melankolinin bir özeti. Tayfun Atay diziyi ilk izlemeye başladığında siyaset bilimci-sosyolog Prof. Dr Şerif Mardin’in 1980’lerin sonunda kaleme aldığı ve günümüz 2000’ler ve 2020’ler Türkiye’sinin nerelere yol tutacağını on yıllar önceden öngördüğünü düşündüren şu ifadeleri düşündüğünü belirtiyor: “Hiç kimse Türkiye’de biri seküler diğeri İslami, iki Ulus’un ortaya çıkma ihtimalini kesinkes reddedemez. Bu ikisinin şiddetli şekilde karşı karşıya gelme ihtimali şimdilik uzak görünüyor ama bu, gelecekte gerçekleşebilir.”
Prof. Dr. Şerif Mardin’in iki ulus olarak tanımladığı seküler ve İslami ya da diğer bir deyişle modernist ve muhafazakâr kesimin yollarının kesişmesi dizide sadece Meryem’in psikiyatrist Peri ile karşılaşması üzerinden gerçekleşmiyor. Meryem’in namaz saatlerini kaçırmayan abisi Yasin de güvenlik görevlisi olarak çalıştığı gece kulübünde aynı kesişmeleri yaşıyor. Hatta aile olarak sosyal yaşamlarını düzenlerken bile icazet almadan karar veremedikleri, akıl danıştıkları mahalle Hocalarının kızı Hayrünnisa ise bu kesişmenin tam göbeğindeki karakter. İki ayrı dünyayı da bilen ve radikal bir karar verip kendi yolunu seçen Hayrünnisa seyirciyi ters köşe yaparak, kendince özgürlüğünü ilan ediyor.
Jenerik tipografisinden, müziğine ve kullanılan görüntülere kadar geçmişten izler taşıyan dizinin jeneriğinde, Fransız sinemasının en önemli yönetmenlerden Maurice Pialat’nın 1964 yılında Türkiye’de çektiği Bosphore isimli kısa filminden, dönemin İstanbul’una dair görüntüler yer alıyor. Bu da bir anlamda sadece şehirde yaşayanların değil, şehrin de geleneksel ve çağdaşlık arasındaki kalmışlığını vurguluyor.
Günümüz dizi dünyasının en çok izlenen yapımlarında, terapi seanslarının çokça ele alındığı malum. Bir Başkadır’da da hem ‘Beyaz Türklerin’ eleştirisi hem de psikiyatrist Peri’nin danışanına karşı olan önyargısının kırılması noktasında, terapi odası en sık kullanılan mekan. Bu düzlemden bakıldığında Türkiye’nin yaşadığı toplumsal sosyolojik ve psikolojik sorunlarla yüzleşerek bir terapiye ihtiyaç duyduğu mesajı da verilmiyor değil.
Dizinin psikoloji ile olan ilişkisi sadece psikiyatrist-danışan ya da tedaviye ihtiyaç duyan yaralı ruhlarla sınırlı değil. Hoca’nın gönüllü yardımcısı rolündeki Hilmi’nin Carl G. Jung’tan referanslar vererek çevresine bilgiçlik taslaması da gözleri psikolojiye çevirmekte.
Dizide sıkça adı geçen Carl Gustav Jung, analitik psikolojinin kurucusu ve Sigmund Freud ve Alfred Adler ile beraber derinlik psikolojisinin 3 büyük kurucusundan biri. Oluşturduğu psikoloji teorisinde “Persona” terimini kullanıyor. Jung’a göre Persona, benlik rolü yapan bir maskedir ve oynanan bireysel rolleri ifade ederek, Latince’de hem “kişilik” hem de Romalı oyuncular tarafından giyilen maske anlamını taşır. Jung, Persona-maskesi’ni bireysel bilinç ve sosyal topluluk arasında aracılık eden karmaşık bir sistem olarak tanımlar. Persona ayrıca kişi ile topluluk arasında kişinin nasıl görüneceğine dair bir uzlaşmadır ve iki özellik taşır: diğerlerine belli bir izlenim bırakmak ve kişinin gerçek doğasınının bir kısmını gizlemek.
Dizide psikiyatrist Peri’nin “Yaşamadığım duyguları yaşıyormuş gibi taklit etmekten sıkıldım” ya da Peri’nin danıştığı diğer psikiyatrist Gülbin’in “Takmış kızın tesettürüne, kendi kafasında çuvalla geziyor farkında değil” diyaloglarında Jung’un Persona’sının izdüşümlerini görebiliyoruz. Yine Yasin’in, eşi Ruhiye’ye “Kendi acına asker ettin kendini, bir terhis ol artık, Şafak kaç?” seslenişinde, Jung’un kişinin benliğini, Persona’nın aldatıcı örtüsünden ve bilinçdışı dürtülerden özgürleştirerek, kişiye “kendi benliğini” kazandırmasının bir yansımasına rastlıyoruz. Özellikle Hayrünissa’nın kararı ise bu teorinin zirve yaptığı bölümü oluşturuyor.
Jung’a göre; başkalarıyla ilgili rahatsız olduğumuz her şey kendimizi tanımamızı sağlar. Yaşadığımız toplumun kolektif bilinçaltını ve önyargılarını rahatsızlık duyulan olay ve olgulardan yola çıkarak ele alan dizide en dikkat çeken durum, bunları didaktik olmadan, yargılamadan senaryoya yerleştirmesi.
Böylesi incelikli konuların ele alındığı bir dizinin gündem olmaması ve karşıt görüşlerin dizi üzerinden birbiri ile tartışmaması da imkansız. Kimi izleyiciler diziyi sarsıcı ve samimi bulurken, kimileri ise diziyi şablonlarla hareket eden yüzeysel bir eski Türk filmleri tekrarı gibi değerlendiriyor.
Hatta Akit gazetesi diziyi ‘büyük alçaklık böyle şerefsizlik görülmedi’ manşetiyle yerden yere vurarak, RTÜK’ün bu tür yayınlara müdahale etmesi gerektiğini vurguluyor. Şenay Aydemir, Evrensel gazetesindeki yazısında 8 bölümlük diziyi fazlasıyla “yerli ve milli” bulduğunu belirterek, dizinin “bütün gücünü ve zaafını bu özelliklerinden aldığını” düşünüyor. Berkun Oya’nın bazı “ezberlerden” kaçamadığını da savunan Aydemir’e göre dizideki Kürt karakter üzerinden “AKP ile anlaşan” imajının da yine Kürtlerin başına patladığını kaydediyor.
Araştırmacı tarihçi-yazar Foti Benlisoy’a göre ise “Bir Başkadır”, “Sahip olmayanlarla olanlar arasındaki yarılmaya ve memleket ahvaline dair bir şeyler söyleyecekmiş gibi başlayıp, iktidar ilişkilerinin üzerini empati, sevgi, karşılıklı anlayış ve bağışlayıcılık gibi temalarla örterek (kışkırtarak değil, yatıştırarak) son buluyor.”
‘Bir Başkadır’a ait sert tartışmalara sosyal medyada sıkça rastlanılıyor ancak Serdar Kuzuloğlu’nun da dediği gibi “Ticari kaygının mecburen bu kadar ön planda olduğu bir mecradan renklilik, tutarlılık, nesnellik beklemek” ne kadar doğru olacaktır?
Tek kriterin daha çok izlenmek olduğu bir yapıdan yana beklentilerimizi fazla yükseltmeden ancak toplumun her kesiminden insanların inançlarını, önyargılarını, kültürel karşılaşmalarını ve sonunda uzlaşmalarını başarılı bir şekilde hikaye eden dizinin de hakkını vermek gerekiyor.