Thassos’ta bir hafta (İzlenimler-6)

Kemal ASLAN

18 Saat Süren Yorucu Dönüş Yolu

Gece diğer günlere göre erken yattığımızdan ilk kalkan yine ben oldum. Alışkanlık banyo yaptıktan sonra kahvaltıyı hazırladım. Çantalarımız hazırdı. Ben kahvaltımı yaptıktan sonra arkadaşlarım da mutfağa geldi. Saat 08.00’de evden çıktık. Altı gece beş gün geçti bu mekânda. Sadece insanlardan değil yerlerden, evlerden de ayrılınca bir hüzün çöker içime sessizce; yaşanmışlığın ağırlığı çöker. Gitmenin zorunluğunu ile ayrılmanın, terk etmenin gerilimini derinden hissederim. Bir yandan da memlekete dönme, eşime, çocuklarıma, dostlarıma, sevdiklerime kavuşma özlemi arasında gel-git yaşarım. Her terk ediş ince bir sızı yaratır yüreğimde. Aklım galip gelir bu durumlarda yüreğime. İkili ilişkilerde tersi de olur bazen. Her insan iz bırakıyor bu dünyada. Kaldığımız mekânlarda oturduğumuz sandalyeye, koltuklarda, kumsalda. Günün farklı saatlerinde. Belki zaman yolcuları bunları bir gün saptar. Kim kiminle neredeymiş,  neler yapmış ortaya çıkar. Büyük veri gibi. Veriler bilgisayara aktarılıp onun yaşamının izleri ortaya çıkartılabilir. Biz şimdi gözlerden uzak yaşadıklarımızın sonsuza kadar sır halinde kalacağını sanıyoruz ama gün gelir bunlar belki biz dünyada olmasak da açığa çıkabilir. Gerçi bizim gibi küçük, sıradan insanların hayatlarının ne önemi var ki? Birden geleceğe yönelik fütürist bir yorum yapmaya çalışıyorum. Bunu bilim kurgu yazarına bırakayım. Ben izlenim, gezi yazan biriyim. Haddimi de bilmeliyim!

Kaldığımız yerden yirmi dakikada geldik saat 09.00’da Keramoti limanından kalkacak feribota. Aslında biraz daha erken çıksak bir önceki feribota yetişebilirmişiz. Hafta sonu  olduğundan feribot tıklım tıklım doluydu otomobiller ile. Herkes dönüş yapıyor bizim gibi demek ki. Yarın mesai başlayacak.  Martılar eşlik ediyor gelişimizdeki gibi. Atila İlhan’ın Ağustos Çıkmazı şiiri geliyor birden aklıma..“Beni koyup koyup gitme, n\’olursun/ Durduğun yerde dur/Kendini martılarla bir tutma/ Senin kanatların yok/Düşersin yorulursun/Beni koyup koyup gitme, n\’olursun”Oysa Temmuz ayındayız ve benim bu sözü söyleyeceğim kimse de yok! Bir martı da uzaklaşmanın hüznünü yaşar gibi bakıyor bir süre konduğu feribotun üzerinden denize. Belki yorgun kanatlarını dinlendirmek istedi, bir soluklanma anı. Belki biz insanlara özendi nasılmış buradan denize gökyüzüne bakmak? Mavilikler arasında kaybolmak? Düşlere dalmak? Sahi martılar düş kurar mı? Bilim ve teknoloji o kadar ilerlemedi daha? Ne kadar az şey biliyoruz kendi dışımızdaki varlıklar hakkında da. Çok şey bildiğimizi sanıyoruz ama yanılıyoruz. Olaylar, olgular doğrulamıyor bazen bildiklerimizi. Ya da örtüşmüyor. Burada da martılara simit gibi hamurlu yiyecekler atma geleneği var. İki kültür benzer. Ya da insanlar dilleri farklı olsa da benzer davranışları sergiliyorlar benzer ortamlarda. Kısa bir an. Zamanın bölünmüşlüğünü yakalıyorum kanat çırpan bir martı ile kanatlarını düzleştiren ve gelmekte olan bir martıyı aynı karede çerçeveliyorum. Sanki aynı zamanda gelen, diden gelecek olan bir arada gibi. Ya da geçmiş, şimdi ve gelecek aynı anda kesişmiş gibi. Fotoğraf makinesi olsa enstantane ayarı ile bunu yakalamak çok kolay. Gerçi bu akıllı mobil telefonlar da bunu az da olsa yapabiliyor.

Yaklaşık 45-50 dakika sonra limana geliyoruz. Kavala 44 kilometre uzaklıkta ama bize ters. Öğleye doğru Alexandroupoli’ye (Dedeağaç) geliyoruz. Daha önce de geldiğimiz için artık bildik bir mekân. Burada yaşadığımız anlar geliyor aklıma kısa süreliğine. Bir yeri bilmenin, tanımanın, aşinası olmanın rahatlığı geliyor üzerime. Yeni bir yere gittiğinde yabancı olmanın ağırlığı lök gibi insanın üzerine çöküyor, tedirgin hissediyor. Belirsizliğin, öngörülemez olanın farkındalığını yaşamak, insanın da davranışlarına yansıyor. Şimdi öyle değil.  Nerede yapacağını bilmek bir özgüven yaratıyor insanda. Otomobilimizi limandaki otoparka bırakıyoruz. Öğle yemeği yememiz lazım. Daha önce geldiğimizde kaldığımız sokaktaki binanın önünden geçiyoruz. Yüzümde yaşanmışlığın güzel anlar yaşamanın tebessümü var. O zaman geldiğimizde rezervasyon yapmadığımızdan yemek yiyemediğimiz Nisiotika Garden restorana gidiyoruz. Buraya gelen Türklerin de sıklıkla uğradıkları bir mekân burası. Şimdi gecelerdeki o neşeli zamanlarından eser yok. Masaların çoğu boş. Akşam cıvıl cıvıl oluyor burası. Yer ayırtmazsanız boş masa bulmanız imkânsız. Burada enginarlı salata, midye kızartma, tarama, deniz ürünlü pilav yedik, iki bira, yarım litre şarap içtik. Kişi başı 24 avro ödedik. Diğer yemek yediğimiz mekânlara göre biraz pahalıydı. Yolda yürürken algıda seçicilikten mi nedir Yunanistan Komünist Partisi’nin ilçe binasını fark ediyorum.

Saat 17.30 civarında gümrük kapısına geliyoruz. 6 kilometre kuyruk var. Dışarda hava sıcaklığı 37 derece. Klima o kadar etkili olmuyor. Çok yavaş ilerliyor. Arada on- on beş araç yan şeritten geçip kaynak yapıyor. Bu açıkgözlülere, kural tanımazlara kimse ses çıkarmıyor. Özlem, bu duruma korna çalarak tepki gösteriyor. Korna sesinden rahatsız olanlar uyanıklık yapanlara ses çıkarmayanlar bizim otomobile gelip “niye böyle yapıyorsun” diye soruyor? O da “utansınlar, kuyruktan çıksınlar” diye yanıt veriyor. Onun bu tavrı etkili oluyor. Böyle girişimde bulunmak isteyen araçlar başka sürücüler tarafından artık engelleniyor. Demokrasiden neden giderek uzaklaştığımızın izlerini, ipuçlarını gündelik hayatımızda bulmak mümkün. “ben, istediğimi yaparım, kimse bana karışamaz, kimseye hesap vermem” Bu anlayış otoriterliği destekler, besler. İkili ilişkiler dahil arkadaşlık, dostluk karşılıklı sorumluğa, değerlere dayanır. Yurttaşlık da öyle ortak değerler olmadan, o değerlere dayanmadan yaşam sürdürülemez.  Her birimiz ötekine karşı sorumluyuz, bunun bilincine ne kadar varırsak bireysel anlamda demokrasi o kadar yaşamımızda yer alır. Tersi durum, kaosa yol açar. Asgari müştereklerde buluşmadan yaşam sürdürülemez. Hak, hukuk kavramlarını kendi penceresinden kendine göre değerlendiren insanlar kabileşme sürecini yaşar. Hayatın her alanındaki çürümeyi burada da görmek şaşırtmıyor beni. Şaşırtmamam kanıksadığım anlamına gelmiyor!

Üç buçuk saat sürüyor gümrükten geçişimiz. Öncesinde gümrüksüz mağazadan alış-veriş yapıyoruz. Sonra İpsala Gümrük Kapısı’nda da gümrüksüz mağazadan alış-veriş yaptıktan sonra yola çıkıyoruz.

Trafik yoğun herkes dönüş yolunda. Gelirken bu trafiğe yakalanmamak için uygun zamanda çıkmıştık yola ancak dönüş yolunda bunu hesap etmemenin sorunlarını yaşıyoruz. Saat 21.30 civarında Malkara’ya iki kilometre uzaklıktaki Kınıklar Lokantası önünde duruyoruz. Gecikmeli de olsa akşam yemeğini yemeliyiz.  Ama önceliğimiz çay. Uzun zamandır çay içmememin acısını çıkarmak istiyoruz. Hepimiz fena halde çaysamışız. İlk çaydan sonra ikincisini de istiyoruz hemen yemek siparişinden önce. Bir de su. Çayın o bildik tadı iyi geliyor. Memleket özlemi çaya kavuşmayla bir nebze olsa da gidiyor. Damakta o burukluğu hissetmek iyi geliyor. İki porsiyon çoban salata ile satır et ve Tekirdağ köftesi yiyoruz. Gerçekten İstanbul’da alamadığımız et tadını alıyoruz. Kişi başına 450 lira ödüyoruz. Yani yaklaşık 9 avro. Uygun bence. Doyuyoruz. 

Yeniden yola çıkıyoruz. Hafta sonu tatil beldelerine gelenler de dönüş yaptığından aracımız hızlı seyredemiyor. Özlem hem otomobili kullanıyor hem de istek parçası şarkıları çalıyor. Ben otomobilde pek sıkılmıyorum. Çünkü sevdiğim, beni anlayan dostlarımla birlikteyim. Onlarla güzel, keyifli zamanlar yaşadık. Dost nedir ki diye sorsanız tek cümle ile “senin yüzüne baktığında seni anlayandır”, derim.  Dost olan senin öfkeli halini gördüğünde yargılamaz, “ne olduğunu sorar?”, “seni anlamaya çalışır.”, ben şanslıyım yeni arkadaşım, Nebi hocam ve Mahşer’in Dört Atlısı öyle.

Böyle durumlarda Nazım’ın o şiirini hatırlarım hep “Dostların arasındayız!/Güneşin sofrasındayız!” Bizim Mahşer’in Dört Atlısı ile nice sınanmış mücadelelerden geliyoruz. Kederi de sevinci de bir ekmek gibi, tuz gibi şeker gibi bölüştük. Hiç yüksünmedik. Zaman zaman sert tartışmalarımız da oldu ama üstesinden gelecek bilinci gösterdik. Her türlü ilişkide önemli olan üstesinden gelme becerisini göstermek önemli. Ayrıca eylemlerle bunun desteklenmesi gerekiyor, söz yeterli değil sadece!

Özlem’in çaldığı eserler arasında bu kez Klasik Türk Musikisi de var. O şarkılardaki derinlik beni çocukluğuma, gençliğime, orta yaşlılığıma götürüyor. En çok ta tiz sesiyle mutfakta iş yaparken şarkı, türkü söyleyen annemle ilgili anılara. Kırık, yaralı bir kadının hallerine. Ondan mıdır hep yaralı kadınlar ilgimi çekiyor onlara yöneliyorum? Annemin söylediği şarkılar çalınca gözlerim doluyor.

Özlem yorulunca sürücü koltuğuna Recep geçiyor. İkisi de çok dikkati, kurallara uygun araç sürüyorlar. Saat 02.30’da Beylikdüzü’ne geliyoruz. Engin ile Hülya burada iniyor. Her zamanki gibi geldiğimizin iki katı eşya var. Yarım saat sonra seni Ataköy’de evimin önünde bırakıyorlar. Eşyalarımı taşımakta zorlanıyorum. Eşyalarımı boşaltması, verilecek hediyelerin ayrılması, banyo derken saat 03.30 oluyor. Dörde doğru yatıyorum. 06.00’da kalkıyorum, yarı uykulu olarak. İş zamanı. Her anı farklı geçen, keyif aldığımız bir tatil geride kalıyor. Geri dönüş yaklaşık 18 saat sürse de. Başka bir gezi yazısında buluşmak üzere.

(Son)