Kemal ASLAN
Gündüz denizde, gece tavernadayız
Yine erken kalkan ben oldum. Kahvaltıyı hazırladım. Güne banyo yapmadan başlamıyorum. Bu alışkanlık burada da sürüyor. Arkadaşlarım da bu kez saat 9.30’da kalktı. Ben kahvaltımı yaptığımdan onlara eşlik etmedim.
Yarım saat içinde evden çıktık. Evin yakınındaki sahilden denize girdik. Güne erken başlamanın keyfini yaşadık. Sahilde pek kimse yoktu. Üç şezlong ve bir şemsiye vardı. İki küçük çocuk bir de babaları.

Hava sıcaklığı 30 derece. Yanımızda beyaz şarap da eksik değildi. Bir ağacın altını tercih ettik gölgelik olması nedeniyle. Sabah denize girmek insana iyi geliyor. Deniz suyu soğuk değil. Ama ilk girerken insan hafiften ürperiyor. Ya da bana öyle geliyor. Yaklaşık yarım saat kadar kaldım denizde. Sonra havlumun üzerine uzandım. Güneşin etkisini hafif de olsa tenimde hissediyorum.
O sırada Özlem disk jokeylik yapıyor. Ama bize de zaman zaman hangi parçaları çalması konusunda soruyor. Kendi tercihlerini dayatan biri değil o. İnsan ilişkilerinde özenli. Kolay değil bu. Yaşamın içinden süzülen bir bilinç. Herkesten beklemek zor. Özellikle de kamusal alanlarda. O, insan olmanın başkalarının da tercihini dikkate almayı içerdiğinin bilincinde. Arkadaşlık, dostluk kavramları onda dayanışma, empati çerçevesinde somutlaşıyor. Grubun annesi gibi gidilecek yerlerdeki ihtiyaçların ne olduğunu ne yapılması gerektiğini önceden biliyor. O yüzden de lojistik anlamda sorunlarımız olmuyor pek.
Hülya, akşam nerede yemek yememiz gerektiğini araştırıyor. Şanslıyız herkes kendince grubun ihtiyaçlarını karşılamada bir şey yapıyor.
Tuvalet ihtiyacı nedeniyle tavernaların olduğu bölgeye gidiyoruz. 100 metre uzaklıkta. Orada iki yaşlı insan görüyoruz. Bizi görünce “Türk mü” diye soruyorlar. “Evet” deyince “Nereden” sorusu geliyor hemen. “İstanbul” diyoruz. Biz bu kez merak ediyoruz. “Siz nereden diyoruz” . “Dedelerimiz Gökçeada’dan gelmiş” diyorlar. “Türkçeyi nereden öğrendiniz” diye sorunca “Biz Türküz” diyorlar. Üç kuşak geçmiş mübadale yoluyla buraya gelmelerinden. Aile ortamında öğrenmişler Türkçeyi. Bir tanıdık görmüş gibi seviniyoruz. Sahilde çok eşek arısı var. Yaşlılardan birinin adı Dimitri onu dün öğleyin ayağından eşek arısı sokmuş. Eczacı amonyak vermiş onu sürüyormuş ayağına. Zaman zaman ağrı da yapıyormuş. Birden aklıma 1982 yılında Burdur’da askerlik yaparken iki eşek arısının kısa aralıklarla beni soktuğunu hatırlıyorum. Hemen askeri revirde bana bir iğne yapılmıştı. Kendime gelmiştim. Elim biraz şişmişti. Acıyı anımsamadım. Yaşaman acıları bazen unutuyor insan. Beyin siliyor o kötü olumsuz anları. Belki bende de öyle oldu. Sohbetimiz kısa sürdü ama ben mübadele yıllarına döndüm. Babam da Rodos’tan geldiğince “muhacir” derlerdi hep. O iki insan da yurtlarından koparılmış olmanın derin kederini gördüm. Sonra birden 1970’lerde Fatih Halkevi’nde farklı üniversitelerden arkadaşlarımızla okuyup değerlendirdiğimiz Dido Sotiriyu’nun Benden Selam Söyle Anadolu’ya kitabı aklıma geliyor. Emperyalizmin oyunları Sotiriyu’nun o içten unutamadığım sesi “Benden selam söyle Mehmet Anadolu’ya. Biz Ege’nin iki kıyısında yaşayan kadim halklarız. Bizi düşman yapmak istediler…” Yanılabilirim ama bu doğrultudaydı yazdıkları. Bir an başka anları da bağrında taşır. Öyle oldu. Ben geçmişe doğru bir yolculuk yaptım. Onlar bizimle konuşurken ya da konuştuktan sonra ne hissettiler? Konuşmaların hangi hislere yol açtığını kavramak zor. Onların yanından ayrıldıktan sonra yan yana iki evin girişinde biri alacalı diğeri siyah iki kedinin sıcaktan gevşemiş halde uyuduklarını gördüm. Bir başka siyah kediyle daha karşılaşıyorum. Gözleri Kivi gibi yeşil. Ama bana saldıracakmış gibi bakıyor. Zaten nerede bir siyah kedi görsem aklıma Kivi geliyor. Onunla epeydir görüşmüyoruz, karşılaşmıyoruz. Geçen koridorda denk geldim. Bakışlarında bir mahzunluk gördüm. Eskisi gibi can dostunun odasında bulunmadığından mı? Zaten o da gezici. Farklı yerlerde oluyor. Kısa süre baktık sonra uzaklaştı benden.
Deniz sakin dalgalı değil. Sakinliği seviyorum. Bugünlerde huzuru arıyorum daha çok. Tatil de bu açıdan iyi geldi. Tarım uzmanı olan Hülya’nın yanında Bitki Zekâsı ve Bitkilerin Bildikleri kitabı var. Okumak için istiyorum. İki kadeh buz gibi beyaz şarap içiyorum. Kitaplardan bir bölüm okuduktan sonra bedenim denizde de gevşediğinden uykum geliyor.
Bir saatten fazla uyumuşum. Kalkınca yeniden denize giriyorum. Deniz suyu biraz daha ısınmış. Yarım saat kadar yüzdükten sonra yeniden havlumun üzerine uzanıyorum.
Saat 18.00’de denizden çıkıp eve dönüyoruz. Bu kez bir dağ köyündeki tavernada yemeğimizi yiyeceğiz. Rezervasyonu Hülya yaptı. Merak ediyorum nasıl bir yer. Bu tür yer seçiminde web sayfasında ya da Instagram’da yapılan yorumlar belirleyici oluyor.

Yolda 1918 yılında kurulan Yunanistan Komünist Partisi’ne ait bir küçük yeri görüyorum. 1970’lerden bildiğimden içimde bir sempati duygusu oluşuyor. 1970’lere gençliğime dönüyorum kısacık bir an. Hâlâ mücadele eden bir grup var. Bizde olduğu gibi. Gerçi şimdikinin TKP’si ile eski TKP’nin pek bağı yok.
Yaklaşık bir saat sürüyor yolculuğumuz. Yol boyunca zeytin ağaçları var. Thassos’ta madenler olmasına rağmen zeytinler daha öncelikli. Yani maden çıkarmak için zeytin ağaçlarını yok etmiyorlar. Yasa değişikliği yapmıyorlar. Onun için Yunan Uygarlığı’ndan söz ediliyor. Zeytin ağaçlarının susuz kalmaması için gövdelerine damlama sistemi kurulmuş. Böylece bu ağaçların su ihtiyaçları karşılanıyor. Bizde susuz tarım ağırlıkta olduğundan zeytin ağaçları da bundan payını alıyor. Birkaç yüzyıllık zeytin ağaçları gözümüze çarpıyor.
Gideceğimiz yer dağ köyü Marienes. Petsas Tavernaya rezervasyon yaptırdı Hülya. Rezervasyonumuzdan yarım saat önce geldiğimizden az sayıda konutun olduğu dağ köyünü dolaşıyoruz. Birkaç katlı binalar var. İncir, nar ağaçları çoğunlukta. Köyün dar sokaklarında dolaşıyoruz. Satılık iki katlı eski bir bina var. Köyde küçük bir kilise de bulunuyor.

Yolda yürürken bir siyah kedi ile daha karşılaşıyorum. Olmaz ya “Kivi buraya mı gelmiş” diye içimden geçiriyorum. Yarım saatte köyü dolaştığımızdan rezervasyon yaptığımız tavernaya dönüyoruz.

Küçük bir aile işletmesi. Mutfağın girişinde siyah bir köpek var sıcaklar onu da etkilemiş, yere uzanmış, yorgun, dinleniyor. Tavernada yaklaşık on beş masa var. Bir masada yaşlılar ya da buranın müdavimleri oturuyor. Uzo içiyorlar. Yaşlı bir dut ağacının altında masamız. Biz bu sefer Uzo’yıu tercih ediyoruz. 20’lik üç taneyi deviriyoruz. Salata, kabak kızartma, midye kızartma, sardalya balığı, patates kızartma, peynir, karides ve kalamar yiyoruz.

Yavaş yavaş doluyor masalar. Saat 21.00’de beklenen an geliyor ve biri gitar diğeri buziki çalıyor. Önce kederli şarkılar söylüyorlar: Rembetiko. Ayrılığın, hüznün şarkısı. Yitirmenin, yokluğun yoksunluğun derin çığlığı. Keder içime kadar işliyor. Dilini bilmesem de hüznün, kederin sesine aşinayım. Müzik aldı götürdü beni keder denizine. Ne kadar uzak kalmak istesek de yaşamımızın bir uğrağı keder.
Neruda’nın şiiri geliyor aklıma: “Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim/Şöyle diyebilirim: “Gece yıldızlardaydı/Ve yıldızlar, maviydi, uzaklarda üşürler…Sevmek kısa sürdüyse unutmak uzun sürer.” Herkesin bir unutuş süresi var, kendince yaşadığı…

Sonra babamın söylediği şarkıyı söylüyor: “Aman doktor canım gülüm doktor, derdime bir çare/ Çaresiz dertlere düştüm aman doktor derdime bir çare.”Çocukluk anılarıma gidiyorum birden. Tırmık sokakta Aleko usta, eşi, annem, abim Engin, Asım ben ya da halam, eniştem Mustafa, Osman.. Misafirler değişse de türküler pek değişmezdi. Babam dahil erkekler nedense geçmiş zamanların kederini böyle şarkılarla dile getirirlerdi. İlerleyen vakitte bir gitarist daha eşlik ediyor onlara. Aile işletmesi olduğundan yemekler biraz geç geliyor. Çünkü bir garson var. Dimitri’nin kızı Eleni de onlara yardım ediyor ama daha çok kasada duruyor. Sanırım Dimitri’nin eşi de yemekleri hazırlıyor. Müzik etkilediğinden yemeklerin biraz gecikmesini dert etmiyoruz. Bir ara “Üsküdar’a giderken aldı da bir yağmur” şarkısının Yunancası çalıyor. Biri çıkıp sahneye oynuyor, düğün salonlarında dans etmeyi öğrenen ben durur muyum hemen eşlik ediyorum. Şarkı bitiyor tavernadaki diğer müşteriler de bizi alkışlıyor, ben de hafif reverans yaparak selamlıyorum onları.23.30’a kadar sürüyor müzik. Aşkın dili, duygular en çok müzikle dile getiriliyor. İliklerine kadar hissetmek deyimini müzik dinlediğimde yaşıyorum.

Aralıksız iki buçuk saat şarkı söylüyorlar. Aslında taverna köy meydanında çevresinde en fazla iki katlı evler var. Oturanlar alışmış. Kimse rahatsız olmuyor müzik sesinden. Köyün tanınması açısından taverna önemli rol oynuyor bence. Aralarında gizli bir sözleşme var sanki. Kimse kimseye karışmıyor. Ama saat 24.00’ten sonra da müzik sesi olmuyor. Kişi başı 26 avro ödüyoruz. Keyifli bir gecenin etkisindeyiz. Recep otomobili kullanacağından yarım duble bile Uzo içmiyor. Birinin ayık kalması lazım. Bu genellikle sağlığını koruması açısından da Recep oluyor. Ama bu alkol hiç birimize tesir etmedi ki. Çakır keyf bile olamadık. Biz saat 24.00’e doğru tavernadan ayrılıyoruz.
Yaklaşık bir saat sonra eve geliyoruz. Yoğun bir gün yaşadığımızdan mutfakta içmeye devam etmiyoruz. Odalarımıza çekilip uyuyoruz.
(Devamı var)