Thassos’ta bir hafta (İzlenimler-3)

Kemal ASLAN

11 Saatte Sığdırdıklarımız
Tatil de olsa alışkanlıklarını sürdürüyor insan. Sabah yine arkadaşlarıma göre
erkenden kalktım. Evden çıkmamız yine saat 12.00’yi buldu. Bugün kaldığımız
yerden yaklaşık 27 kilometre uzaklıktaki Giola Lagün’e gideceğiz. Yol oldukça virajlı
ama Özlem de usta bir sürücü. Antalya Serik’e Haziran ayında gittiğimizde de ustaca
kullanmıştı otomobili. Zaten otomobil akıllı olduğundan hız sınırlarına hemen uyuyor.
Kendisi yavaşlıyor. Bu güzergâhta da hız sınırlarına zorunlu olarak uyduk. Ya da
otomobil bize seçenek bırakmadı: Mecburen, mecburiyetten…


Yolumuzun üstünde Archangel Michael Holy Monastery (Başmelek Mikail Kutsal
Manastırı) var. Burayı ziyaret etmeden geçmek olmaz. Uçurumun kenarına yapılmış
manastır. Manastırın bir bölümü açık. Asıl ana binada restorasyon çalışmaları
yapıldığından ziyaretçilere kapalı.


Üzerimizdeki kıyafetler kutsal mekâna girmek için tam uygun olmadığından kısa
pantolon, vb. uzun kollu tişört ve pantolon veriyorlar bize. Kutsal mekânları ziyaret
edebilecek uygunluktayız artık. Fotoğraf çekmek yasak olsa da ben deniyorum.
Girişte dilekler için mum yakılıyor. Hepimiz birer mum yakıyoruz, çoğul dilekler için.
Küçükken babam, Aleko usta (babamın ortağı) birlikte Büyük Ada’da Aya Yorgi’ye
çıkmış dilek tutmuştum. O zamanlar sevdiğim bir kız vardı hem onunla bir hayatı
paylaşmayı hem de bir meslek sahibi olmayı (makine mühendisi) dilemiştim. Lisenin
fen bölümünü bitirsem de makine mühendisi olamadım hayatımı da ilkokul arkadaşım
ilk aşkımla birleştiremedim. Çocukluk aşklarının masumiyetini hatırladım birden.
Sonra ilk şiirimi ona yazdığımı. Ununu eleyip eleğini asma halinden midir bilemedim
ama şimdiki dileklerim daha farklı. Eskiden sadece kendimle ilgili dilekler öne
çıkarken aile bireylerim, yakın dost ve arkadaşlarımla da ilgili dilekte bulunduğumu
fark ettim. Belki de hem ilişkilerim hem de yaşım gereği çoğul dileklerde bulundum.
Zamanla insanın pek çok şeyi değişiyor. Giriş ücretli değil ama manastırda hatıra
eşyaları, haç gibi kutsal semboller satılıyor. Bir de mumlar manastırın önemli gelir
kaynağı.

Athos Dağı’ndaki Filotheos Kutsal Manastırı’nın bir parçası olan manastır Bizans
döneminde Milattan Sonra 1090 yılında, buraya küçük bir şapel inşa ettirmiş, inanışa
göre buradan kutsal bir su fışkırmış. Bir ara kuruyan kutsal su yeniden deniz
kıyısındaki mağaralardan fışkırmış. Bu su, deniz kenarındaki kayaların altındaki bir
mağarada akmaya devam ediyor. Bu kaynağa diz çökerek girildiğinden “dizüstü”
kutsal su olarak denilmektedir. Dua eden ve Başmelek’ten yardım dileyen hacılar için
hâlâ mucize kaynağı olduğuna inanılmaktadır.
Manastırda ayrıca, çarmıha gerilmiş İsa’nın sağ eline takılmış Kutsal Çivi’nin bir
parçası da bulunuyor. Bu çivi hacıların ibadet etmesi ve manastırın ve adanın
korunması için özenle hazırlanmış bir yedigen içinde saklanıyor.
Manastırın terasından önümüzde uzanan uçsuz bucaksız görünen denize bakıyoruz.
Terasın sağ tarafında aşağıda dalgaların oyduğu mağaralar var. Ancak oraya
gidecek bir yol yok. Terastan aşağısı uçurum.


Yaklaşık 40 dakika dolaşıyoruz manastırı sonra Giola Lagün’ünün olduğu yöne doğru
gidiyoruz. Thassos Adası’nın güney kıyısında yer alan Giola Lagün’ü Afrodit’in
Gözyaşı olarak da anlıyor. Zeus’un sevgilisi Afrodit’e bakması için yarattığı bir göz
olarak kabul ediliyor. Doğal bir kaya havuzu. İster efsaneye inanılsın isterse
dalgaların binlerce yıl kayaları aşındırması sonucu olduğu kabul edilsin Bence
mutlaka görülmesi gereken bir yer. 20 metre uzunluğunda 15 metre genişliğindeki
lagünün derinliği üç metreyi buluyor. Lagüne gitmek için otomobilinizin olması şart.
Ancak Lagün’e inmek için 10-15 dakika toprak ve kayalık yolda yürümeniz gerekiyor.
Park ücreti olarak 5 avro ödüyoruz. Lagün’e inmeden bir büfeden buz gibi bira
alıyoruz. Hava 30 dereceye yakın. İçimiz serinliyor. Sonra trekking (doğa yürüyüşü)
yapar gibi dikkatli iniyoruz aşağıya. 45 derece eğilim var. Bazen kayalardan atlamak
ya da düşmemek için çok dikkatli basmak gerekiyor. Ayakkabılarımızın spor
giysilerimizin de ortama uygun olması nedeniyle bir zorluk yaşamıyoruz. Mayolarımız
altımızda olduğundan lagüne geldiğimizde kenarda bir yere eşyalarımızı koyuyoruz.
Az sayıda insan var Lagünün çevresinde. Önce Özlem atlıyor yaklaşık iki metre
yükseklikten. Bana da çağrıda bulunuyor :”Haydi sen de gel” diye. Ben boyumu aşan
yerlerde pek yüzemem. Havuzda 10-15 metre yüzebildiğimden burada da denemek
istiyorum Çocukluğumda üç kere boğulma tehlikesi geçirdiğimden birden panik
oluyorum. Bu sefer öyle olmuyor: Özlem’in çağrısına uyuyorum. O, “kendisi serbest bırak, panik yapma” diyor. Güven veriyor sesiyle de. Zaten geçen yıl eylül ayında
Bodrum’da da o ve Recep benim yüzebilmem için epey gayret sarf etmişti. Korkumu
aşmam için çaba göstermişlerdi. Ben de ona güvenerek atlıyorum. Birden suyun
içine giriyorum. Birkaç saniyelik olay çok uzun bir süre gibi geliyor. Deneyimlenen
zaman ile algılanan zaman arasındaki farkı yaşıyorum. Sonra suyun üzerine
çıkıyorum. Hafif su yutunca panik oluyorum ama kulaç da atıyorum. Özlem’in sesi
geliyor yanı başımda “panik olma, rahat ol, ben buradayım.” Birinin yanınızda
olmasını, kendisini hissettirmesinin ne kadar önemli olduğunu bu durumda da fark
ediyorum. Paniğim geçiyor. O arkamdan ben çıkana kadar eşlik ediyor. 5-6 metre de
olsa yüzüyorum. Ve güvenli bir biçimde lagünden dışarı çıkıyorum. Bir korkunun
aşılması, yeni bir deneyimin yaşanmasının verdiği hazzı yaşıyorum. Başta Özlem
olmak üzere arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Kişisel tarihim açısından bir dönüm
noktası bu. Herkes açısından kişisel tarihinde bir öncesi bir de sonrası vardır. Lagün
öncesi ben ile lagüne giren ben arasında bir fark var. Bunu hissediyorum. Birlikte
tatile gittiğiniz insanlarla yaşadıklarınız da sizin değişmenize farklılaşmanıza yol
açıyor. Öyle bir durum bu.


Lagünün bir metre sonrasında deniz var. Ama oldukça dalgalı ve derin. Biz de
kumsalı olan bir plajı tercih ediyoruz. Bir, bir buçuk saat kalıyoruz burada. Sonra
denize gireceğimiz bir plaj için hareket ediyoruz. Bu kez Alyky (Aliki) Beach’e
gidiyoruz. Denizi temiz ve sahili ince kumlu. 2 şezlong ve bir şemsiye için 50 avro
istiyorlar. Biz önce boş yer bakıyoruz. Ama her yer tıklım tıklım dolu. Üstelik sırada
bekleyenler de var. Biz de sol tarafta kenarda bir yer buluyoruz. Buraya inmeden
önce marketten sandviç malzemesi alıyoruz. İki de beyaz şarap. Boş iki şezlong var
bir de şemsiye. Acıktığımızdan önce sandviçlerimizi hazırlıyoruz. Yanında beyaz
şarabımızı içiyoruz. Kimse bizim yanımıza gelmiyor. “Ne arayan var, ne de soran”
durumunu yaşıyoruz. Biraz dinlendikten sonra denize giriyoruz. Yaklaşık iki saat
kalıyoruz.

Sonra rezervasyon yaptığımız Seafood’a gidiyoruz. 1936 yılından bu yana
hizmet veriyor. Deniz kenarındayız. Güneş de batmak üzere. Ergenliğimden bu yana
güneş batımını izlemeyi severim. Güneşin gökyüzünü terk etmeden önce yayılan
kızıllığı… Çok kalabalık bir restoran. O nedenle servis de gecikmeli geliyor. Kabak
kızartması alışkın olduğumuz gibi değildi. Patates kızartma, ızgara sardalye, midye
kızartma, kalamar ve yanına salata istiyoruz. Üç litre şarap içiyoruz. Sohbetimiz
değişik konularda. Dostların arasında olmanın rahatlığı var. Güvende olmanın yarattığı rahatlık, gevşeme var. Başka zaman yaptığımız hararetli tartışmalardan da
eser yok. İnsanlar birbirine alıştıkça bu tür tartışmalara da gerek kalmıyor.
Aramızdaki dostluğun en az 20-25 yıla dayanması da birbirimizi anlamamızı
kolaylaştırıyor. Zor olan insanların birbirini anlaması. Bazen neyi, niye yaptı
sorusunun yanıtı insanın içini kemirir. Bizler artık bunu öngörebiliyoruz. Dostlukların
derinleşmesi, ortak rutinleri paylaşmamız aramızdaki bağı da güçlendiriyor. Burada
da fiyatlar çok uygun kişi başı 20 avro veriyoruz. Saat 23.00’e geliyor. Epey
yorulduğumuzu fark ediyoruz eve döndüğümüzde. Bu kez herkes odasına çekiliyor.
Ben de. Birkaç sayfa okuyorum kaldığım yerden, romandan. Günün yorgunluğunu
taşıyan bedenime direnemiyorum. Keyifli bir zaman geçirmenin verdiği hazla serin
odamda uykuya dalıyorum.
(Devamı Var)