Buse GÜLİN
Yeni bir arkadaşım var.
Tanımadığım yerimde buldum onu.
Adını koymamı istedi.
Meşru kılmak yerine,
Demir bir tabutla gömdüm onu.
“Kin veyahut Öfke” bizimle neden yaşasın?
Neden yıkıcı duygulara ihtiyacımız var?
Dünya hepimiz için verilen koca bir alan fakat kendi m2’mizi olabildiğince güzel kılmak yerine, başkalarının topraklarına hunharca giriyoruz. Son zamanlarda çevreyi izlediğimde görüyorum, kıyameti kendisine mümkün kılan aslında toplumun kendisidir. Kötülüğün yüceltildiği bir sosyal toplum düzeninde, iyiliğe dair çok az şey varlığını sürdürebilir. İyiliğin inisiyatif meselesi olduğu şu günlerde, kötülüğe olan genel düşkünlüğün sebebini çok haklı bir temele dayandıramıyorum.
Evet, Şartlar zorlaşabilir fakat bu kötülük yapmayı seçmek için hala tutarlı bir haklı sebep değildir çünkü kötülük bilinçli bir seçimdir. İsteyerek yapılır. Sonuçları hesaplanır, tasarlanır. Bazen olayların gelişme ve sonuç bölümleri hiç umursanmadan, eylem uygulanır. Döngü bizi yine aynı yere getiriyor ” Kötülük bir seçimdir. Hiç bir koşul onu haklı kılamaz.”
Bu hafta kötülük nedir meselesi üzerine konuşmak istiyorum çünkü toplum olarak, bu konu özelinde fazlasıyla sınırda yaşıyoruz. Kötülüğü genel bir çerçeve(kalıp) halinde sunuyorum çünkü her bireyin özelinde, kötülüğün biçimi, tanımı hatta şekli dahi değişir. Bu sebeple, her türlü yıkıcı, yıpratıcı ve insan hayatını tehdit edici eylem kötülük olarak tanımlanmaya açıktır. Dolayısıyla, birinin ayağını kaydırmak ile diğerini aldatmak, birini öldürmek ile diğerine psikolojik baskı yapmak.. Bunların hepsi birer kötülük örneğidir.
Bireysel olarak, kötülüğe eğilim oranı gün içerisinde deneyimlenenlerle doğru orantılıdır fakat kolektif açıdan bakıldığı zaman, toplum olarak kötülüğü bir alışkanlık haline getirdiğimizi görmekteyim. Sosyo-kültürel açıdan da bizi çıkmaza sokan bu kötülüğün içeriği bilhassa son zamanlarda “Şiddet- tasarlayarak öldürmeye veya istismara eğilim” olarak karşımıza çıkıyor. Öylesine kitlesel açıdan uygulanan ve sıklıkla tekrarlanan bir suç dizilimine sahip olduk ki, toplumun kültürü ve iletişim biçimi dahi değişti. Medyaya göz gezdirdiğiniz ve araştırmaların verdiği oranları göz önüne aldığınızda, bizi çevreleyen tek bir portre var “Bu toplumda suç normalleştirildi hatta içselleştirildi.”
Bu hususu çok çarpıcı ve kesinlikle utanç sembolü olan bir haberle detaylandırmak istiyorum. 22 Kasım tarihinde, Halk Tv sabah ana haber bülteninde sunulan bir habere göre, Bursa’nın yıldırım semtinde, eczanede çalışan bir genç kadına, eczanenin kapısının önüne çıktığı esnada, tanımadığı biri cinsel saldırı atağında bulundu. Eczanede çalışan başka bir arkadaşı tarafından kurtarılan genç kadının yaşadığı travma ve bedensel dokunulmazlığının ihlaline yönelik gerçekleşen atak üzerine konuşulması gerekiyor.
Basit bir soru sormak istiyorum: Sokaklarımızda gündüz/gece vakti yürüyemeyecek- hareket edemeyecek hale ne ara geldik?
Yine tüm oklar bahsini geçirdiğim gerçeğe dönüyor “Suça eğilim”. Türkiye için artık suç bir kültür haline geldi. İletişim kurmayı seçmekten çok, direkt harekete geçmeyi mübah sayıyoruz. Suçun doğasını fazlasıyla normal kıldık. Eskiden konuşmaktan dahi çekindiğimiz her şey, şu an kolaylıkla eyleme dökebildiğimiz hareketler halini aldı. Bu yüzden “Toplum olarak kültürümüz değişti” diyorum. Suça olan eğilim hatta yer yer düşkünlük, toplumun içerisindeki dinamikleri süpürdü. Mahalle kültürü artık yaşamıyor. Artık komşularımıza dahi güvenmiyoruz. Çocuklarımızı gönül rahatlığı ile yollayabildiğimiz parklar yok. Çoğu çocuk artık evinin sokağında oynayamıyor dahi. Tanıştığımız herkese mesafeliyiz. Herkesin, her an başka davranabilme ihtimaline karşı gard alıyoruz. Samimi ve içten bir toplumdan —> Suç toplumuna evrildik. Bu birbirimize olan davranışlarımızı aşırı etkiledi. Artık suça hiç karışmayanlar grubu olarak, istesekte etrafta olan bitene iyi niyetli bakamıyoruz. Bu noktada içtenlikle söylemeliyim ki bir çok değerimizi kaybettik. Bir halk deyimini kendi tarzımla birleştirip ana fikri derinleştirmek istiyorum: o treni kaçırmadık çünkü o tren maalesef artık kullanımda değil. Ne öyle bir ray kaldı ne de istasyon.
Türkiye’de suçun bir güç gösterisinden, kendini kanıtlama ihtiyacından ötürü işlendiğini düşünüyorum. Herkesin birbirine otoritesini geçirmeye olan düşkünlüğü hatta yer yer bu konudaki baskın talebi, suç işleme ihtiyacının ateşine benzin döküyor. Muhatap aldığınız kişiye istediğinizi yaptıramadığında, sözünüzü geçirmeye olan içsel tutkunuz devreye giriyor ve istediğiniz şeyin olabilmesi adına, karşınızdaki insanın hayatı üzerine yıkıcı aksiyonlar almaya başlıyorsunuz. Bazen bu bir tehdit, bazen manipülasyon, bazen psikolojik baskı( iş hayatı versiyonu mobbing), bazen şiddet gösterisi, bazen öldürmeye teşebbüs bazen ise, maalesef ki direkt cinayetin kendisi ile sonuçlanıyor. Ne kazanıyoruz? – Hesapta bireysel otorite. Karşı konulamazlığımızı bu şekilde sağlıksız bir davranış örüntüsü ile ilan ediyoruz. Yineliyorum: Ne kazanıyoruz? – Katil, istismarcı, her şeyi yapabilecek kadar kötü karakterli biri olarak kodlanmak dışında ne kazanıyoruz?
Reklamın her türlüsü mübah değildir. Kötülük üstünden meşrutiyet ilan edilmez. “Suçlu” olarak anılmak ve toplumsal düzlemde tanınmak hem bireyin kendisi hem de soyadına doğan herkes adına utanç sebebi olabilir. Toplumun farklı dinamiklerden oluştuğunu atlamamak gerekiyor. Zemin fazlasıyla kaygan. Suçu benimseyen çoğunluğa ek, hâlâ suça karşı net duruşu olan bir kitlede barınıyor. Dolayısıyla, suçlunun ötesinde, suçlu konumunda bulunan kişinin aile bireyleri için toplum tarafından izole edilmelerini sağlayacak dinamiklerde oluşabilir. Bu noktada Erving Goffman’dan referans vermek istiyorum. Goffman için toplumsal yaşam bir sahnedir ve herkes üstüne düşen rolü oynar. Bu roller bireysel değildir, kolektif olarak sürdürülür. Bu sebeple bir kişi rolünü bozduğunda, tüm ekibin itibarını sarsar. Bunun alt okumasını “Suçlu ve soy bağlantısı” adına yaparsam, 1 soyad, tek bir kişinin hatasıyla, fazlasıyla yanlış konumlanabilir. Yani suçlunun soyadına sahip her birey, onun davranışı üzerinden nitelendirilip, sosyal izolasyon/ yok sayılma ile cezalandırılabilir. Bunun örneklerini fazlasıyla gördüğümüz bir global düzlemde yaşıyoruz. Bu yüzden suç ve suça eğilim asla toplumsal bir fayda barındırmaz. Bireyi tüketir, toplumu çürütür.
Olmak istediğimiz şey, bizim inisiyatifimize bırakıldı. Her seçeneği seçmekte özgürüz. Hatalar ömür boyu hatırlanacak büyük bedeller ödetir. Kurtarmayı hedeflediğimiz ve iyileştirebileceğimizi düşündüğümüz dünya teorisi için, suç fazlasıyla aykırı bir tercihtir. Her şey bir denge meselesidir ama suç dengenin içerisinde yer alacak bir olgu değildir. Oturup, kişisel hırslarımızı törpülemek üzerine derin çalışmalar yapmamız gerektiğine inanıyorum. Güç gösterilerimizin kafalarımızın içerisinde dolaşan ve bizi tetikleyen yüksek duygu patlamalarından ileri geldiğini düşünürsek, bu işin kumandası insanlar olarak biziz. Namluyu herhangi bir yere çevirsenizde, tetiğe eliniz gitmediği sürece ne risk ne suç oluşmaz. Tetiğe basmak bir tercihtir. Basacak kadar kötü olmamayı tercih etmek gerekiyor. Herkesin içerisindeki öfkeyi- kini ve onları suça yöneltecek her dinamiği yok etmesi gerektiğini şiddetli şekilde savunuyorum.
Bu bir edebi metin değildi, hayal dünyasına hitap eden bir olguyu da kaleme almıyorum. Abartılı hale gelmiş suç oranlarının bu derecede yükselmesinde payımız olduğunu hatta bunun sebebi olduğumuzu söylüyorum. Suç, insanlar tarafından işlenir. İnsanın eğilimi olmazsa, suç oluşmaz. Kendimizi kontrol etmeyi öğrenmemiz gereken noktadayız.
Suçun hiçbir türü meşru değildir.
Suç bir hak değildir aksine hakkın ihlalidir.
Sevgilerimle…
