S.O.S.! Çarkların arasında kaybolan ruhlar

Buse GÜLİN

Hayat, ne kadar abartılı ve anlamsızca nobran bir edayla vuruyor bizi. Sadece uykumuzda rahatız. Bazen bu lüksü bile elimizden zor kullanarak alıyor. Şehrin kendisiyle bir derdi var. Sürekli sokakları, bulvarları hatta kaldırımlarıyla dahi inatlaşıyor. Açmazlarında barınamadığı gibi, yine kendi kendisine açtığı savaşın içine tehditle iteliyor bizi. Komiktir! Bu anlamsızlığı “düzen” olarak savunanlar hatta uygulanması adına alan kontrolü sağlayanlar var. Ben bunlara “kolaylaştırıcılar” diyorum. Her birimizi şehrin içerisinde ki bu var oluş savaşına sürüklemek için hayatlarımızı öne sürüyorlar. Onların payına da düşen bu. Gün geçtikçe her sokak, her bulvar, her kaldırım hatta her rögar dahi birbirine daha fazla haset güdüyor. Bu evrenselleştirilmiş sevgisizliğin masalara servis ediliş şekli ise muntazam! Herkes tarafından kolayca kabul edilmiş, global olarak insan zihnine işlenen bir cümle ile bunu tarafınıza açmak istiyorum. Sağa doğru kayan satır boyunca yazmak gerekirse, bunun tam izahı “Hayat standartlarını korumak.”

Hayat nedir? – Bireysel tercihlerimizin toplamı? Hayallerimiz? Başarılarımız veya yenilgilerimiz? Kayıplarımız? Kazandıklarımız? Sosyal veya ekonomik sınıfımız? Sevdiğimiz insanlar? Evlendiklerimiz hatta boşandıklarımız? Belki beraber yaşadıklarımız?

Yukarıda var olan örneklendirmelerin türevini devam ettirecek daha fazla açılım da yapabiliriz. Herkes için inanılmaz uzayacak ve kişiden kişiye değişkenlik gösterecek listelerle dolup taşacağımıza eminim. Peki, soruyu şuradan soracak olursam cevabınız ne olurdu?

” Listelediğiniz maddelerin kaçını parçası olduğunuz sistem belirledi?”

Evet! Doğru duydunuz. “Sistem” diyorum. Sorduğunuzu duyar gibiyim “sistem nedir?”

Sistem yüzyıllar önce hayatımıza sokulmuş, sosyal hayatımızı tamamiyle domine eden hatta neyi – nerede yapıp yapamayacağımıza, nasıl evleneceğimize, boşanacağımıza, nerede yaşayacağımıza, özgürlüğümüze, dini inançlarımıza, cinsel tercihlerimize, rutinlerimize ve daha bir çok mahrem alanımıza müdahale eden yapının kendisidir. Sistem tek parçalı bir olgu değildir. Sistem katmanlıdır. Bir piramit şeklinde uzanır ve altında sayısız basamağı vardır. Peki, gerçekten sistem nedir?

İnsanlık tarihinin temeline indiğimizde, kabileler- boylar- beylikler görürüz. Bu dönemi, insanlık tarihinin sosyal ve kültürel açıdan en serbest olduğu dönem olarak tanımlıyorum. Günlük zorunlulukların olmadığı, temel ihtiyaçların karşılandığı ve mutlu bir toplum harmonisinin olduğu bir yaşayış biçimi hayal edin. Tabii, her devrin ve dönemin sorunları büyük ve kendisine has fakat bu dönemin nüfusunun yaşayış biçimini odak aldığınızda, baskı- manipülasyon ve uzun vadeli stres/ kaygı göremezsiniz çünkü yaşayış biçiminin içerisindeki tek odak yaşamsal gereklilikleri yerine getirmekti. Geriye kalan her şey, bireylerin kendi iradesine bakan ama kolektif uyuma zarar vermeyecek aktiviteleri içeriyordu. İlkel dönemler ve bizden önceki medeniyetler (atalarımız) bizden daha mutlu ve huzurluydular çünkü sistem yoktu.

Hala merakla sistemin ne olduğunu anlamaya çalıştığınıza eminim. Hadi biraz daha dünya tarihine değinelim. Sistemin ortaya çıkmasının ilk ayağı “Modern Devlet” mantığı ile atıldı. Sistem açılımımı size kısaca aşağıda özetliyorum:

Modern Devlet yapısı : Merkezi otorite, bürokrasi,  Westphalia Antlaşması 1648

Erken Kapitalizm : Ticaret, para ekonomisi, burjuvazi, Feodal sistemin çözülümü (16.–18. yy)

Sanayi Devrimi :Mekanizasyon, fabrikalar,  Buhar makinesi, tekstil, demir-çelik (18. yy sonu – 19. yy başı)

Köy → Kent : Tarımdan sanayiye göç, Kentleşme, işçi sınıfı ortaya çıkıyor (18.–19. yy)

Ulus Devlet : Milli kimlik, birleşmiş devletler, Almanya’da 1871, Avrupa’da yaygınlaşma (19. yy)

Şimdi bir de aynı süreci şu açıdan okumanızı istiyorum:

Erken Kapitalizm :Ticaret, burjuvazi, para ekonomisi, Modern devletin merkezi otoritesiyle paralel (16.–17. yy)

Modern Devlet : Merkezi otorite, yasalar, Kapitalizmin vergi ve mülkiyet altyapısı (16.–17. yy)

Sanayi Devrimi / Kapitalizm :Mekanize üretim, fabrikalar, işçi sınıfı, Kapitalizm üretimle birleşti, köyden kente göç başladı (18. yy sonu – 19. yy)

Ulus Devlet + Kapitalizm :Milli pazar, sanayi kapitalizmi,Ulus devletler ekonomik düzeni güçlendirdi (19. yy)

Şimdi aynı soruyu ben bir kez daha soruyorum fakat bu sefer cevabıyla beraber yazacağım.

Sistem nedir? Global açıdan devlet anlayışına ek gelişmiş Kapitalizm.

Yazılarımı düzenli takip eden herkes bu duruşumu biliyordur fakat yinelemek istiyorum. Kapitalizm ile derdim büyük. Kapitalizm lokal bir unsur değil, global bir bileşkedir ve insan hayatının her dinamiğini sıkı sıkıya halatlarla bağlayarak elinde tutar. Tüm insanlık olarak, yaşam hakkımızı ( işin ironisi şudur ki : bize izin verildiği kadarıyla) koruyabilmek adına biat etmeye zorunlu bırakılıyoruz çünkü İtaat etmezsek, var olamadığımız bir düzen bu. Eğitim, Hukuk, Ekonomi aslında doğduğumuz andan itibaren parçası olduğumuz her dönem, içine girdiğimiz her yol, sistemin bize zorunlu tuttuğu bir yaşam modellemesinin ürünüdür. Bu noktada çok sevdiğim teorisyenlerden biri olan Louis Althusser’e değinmek istiyorum. Althusser  Ideological State Apparatuses, ISA ( İdeolojik devlet aygıtları) teorisinde, devletin insanları belirli bir sosyal rol veya bilinç biçiminde şekillendirdiğini ve bunun yolu sadece zorlayıcı devlet mekanizmalarıyla (polis, ordu, mahkemeler → Repressive State Apparatus, RSA) değil, aynı zamanda ideolojik araçlar aracılığıyla olduğunu ve bunun toplum içerisinde uygulayıcılarının okul, aile, medya, kilise gibi kurumlar olduğunu dile getirir. Althusser’e töre, bu ideolojik aygıtlar, bireylerin bilinçlerini, değerlerini ve kimliklerini “devletin istediği biçimde” oluşturmaktadır. Ben burada Althusser’ın teorisindeki “devlet” olgusunu özelleştirilmiş bir açıdan değil, global açıdan sürdürülen sistematik yapı “Kapitalizm” olarak kullanıyorum çünkü hepimiz bu sisteme uygun birer “iş gücü” olarak yetiştiriliyoruz. Medya ve diğer organlar üstünden manipüle edilerek,  çok fazla “tüketmeye” yönlendiriliyoruz. Aslında özgüvensiz hale getirildik, dış görünümümüze gereksiz estetik kaygılar besliyoruz ve bu çok fazla operasyona maruz kalmamıza sebep oluyor. Yiyeceğimiz sebzeler, hazırladığımız menüler hatta yaptığımız sporun bile şekli belli. Tanımlı olanı, sürekli uygulayıp döngüsel açıdan tekrar ediyoruz. Bir üst paragrafta bahsettiğim “Kolaylaştırıcılar” bu noktada, sosyal açıdan devreye giriyorlar. Bir çok insanın takip ettiği “Influencers” var. Bu fenomenlerin hepsini( toplumda adlandırılış biçimleri bu)insanların sosyal ve kültürel yaşam unsurlarını değiştiren, onları etkileyerek, dönem dönem farklı şeylere yönlendiren sistem uygulayıcıları olarak görüyorum. Bu o kadar yumuşak ve görünürde ilham verici tonda yapılıyor ki kimse altındaki temel işlevi göremiyor. Kapitalist açıdan, sürekli biçimlendiriliyor ve bir çok şeye para harcamaya itiliyoruz. Harcadığımız bunca paranın bir de dönütü var tabi. İhtiyacımız olmadığı halde aldığımız şeyler manipülasyon ile arttıkça, daha fazla çalışmamız gerekiyor. İşte sistem bu noktada bizi arzu ettiği noktaya getirmiş ve orada hapis etmiş oluyor.

Aslında sistemin evrensel açıdan istediği şey, bizi çalıştırmak çünkü her birimiz çarkın dönmesi için birer iş gücüyüz. Sistemin sürdürülebilmesi için, bize hiç ihtiyacımız olmadığı halde ihtiyacımızın olduğu düşündürülen tonlarca şey gerekiyor. Biz bunları elde etmek için arzu duydugumuzda( medya bu konuda inanılmaz çalışıyor. İnsan zihni sürekli gördüğü her şeyi talep eder veya özenir. En kötü 1 kere denemek isterseniz), onları elde edebilmek için çalışmak zorunda kalıyoruz çünkü kapitalizmde her şey para ile satın alınabiliyor.Dolayısıyla, İstediğimiz şeylerin oranı arttığında, çalışmaya olan ihtiyacımız ve çalışma sürecimiz de uzuyor hatta bazen sisteme borçlanıyoruz ve bizi uzun vadeli sistematik kölesi haline getiriyor. Bu yüzden sistem kendi halinde ve minimal yaşam süren insanlardan faydalanamıyor. Onların sisteme borçlanmasını sağlayamadığı veya onlarda sisteme ait herhangi bir talep oluşturamadığı için, sistemin istediği kadar çalışmalarını gerektirecek bir zorunlulukları olmuyor. Minimal yaşamın aslında mantığı budur. Sistemin emrinden çıkmak.

 Bu noktada daha açıklayıcı olmak istiyorum:

Hiç bir bankaya bir kredi borcunuz olmadığını düşünün? Bir sonraki ay gelecek bir kart ekstreniz yok? Herhangi bir tanıdığınıza veya aile bireyinize borcunuz yok? Sadece cebinizdeki para ile yaşıyorsunuz. Sistemin emrettiği şekilde çalışmanıza gerek var mı? – HAYIR.

Bu yüzden kapitalizm ile aslında baskılanan ve ele geçirilen hayatımızın gerçekliğini kavramamız ve buna uygun hareket etmemiz gerekiyor. Bu düzeni seven insanlarda olabilir. Onlara da saygı duyuyorum ama dünya üzerinde borçlarının neden bitmediğini anlayamayan bir sürü insan var. Sebebi bu. Sürekli almaya, daha fazla almaya, daha lüks yaşamaya adapte ediliyoruz. İşin içerisine “daha fazla” girdiğinde, sistem size yapışıp kalıyor çünkü sistemin ürettiği “daha fazlalar” hiç bitmez. Bunlar sistemin içinde kalabilmenizadına ortaya atılıyor zaten. Sizi sürekli almaya iten diğer bir hasarlı motivasyon ise “sosyal toplum sınıflandırması.” Kıyafetleriniz ve aksesuarlarınıza göre saygınlık kazandığınız gerçeğini atlamak büyük tutarsızlık olur. Bu ise, büyük markaların ürünlerini pazarlamada var olan en büyük taktiğidir. Standart bir mağazadan aldığınız blazerile gittiğiniz toplantıda vereceğiniz ilk izlenimle, Ralph Lauren imzalı bir ceketle gittiğiniz toplantıda vereceğiniz ilk izlenim kuşkusuz ki aynı olmayacaktır. Bu yüzden, bütçesi yetmediği halde, sayısız borca girerek bu ürünleri almaya çalışan insanlar var fakat atlanılan nokta şu: sistem her ne kadar aksi vizyon yaratmaya çalışsa da, erdemler parayla satın alınmaz hele saygınlık, başarı ve entelektüel birikim hiç bir şekilde markasal bir çıktıyla orantılı değildir. Bu noktada, bu markalardan giyinen insanlara herhangi bir negatif tutumla yaklaşmıyorum. İnsanlar bütçeleri dahilinde, her markadan giyinebilirler. Benim bahsettiğim olgu, sistemin sağladığı kaygılar sebebiyle bu markalara yönelmek üstünedir. İhtiyaçlar bütçenin üstünde kategorize edildiği sürece, sisteme bağımlılığınız sürekli hale gelir.

Amerika’da bu uyanış  kısmi açıdan uzun süre önce gerçekleşti.1960’lı yıllardan itibaren Counter culture( karşı kültür) hareketleri, minimalizm ve kapitalist tüketim kültürüne karşı bir bilinçlenme oluştu. Günümüzde de “minimalism”, “tiny house movement” veya “slow living” gibi akımlar yaygın. Bu bakışta, insanlar kapitalist dünyanın verdiği imajları yüklenmeyi red ediyorlar özellikle Amerika’da günlük hayatın içerisinde fazlasıyla sadelik ve gündelik yaşama uygun giyim tarzı göze çarpıyor fakat yine de büyük çoğunluk için hala tüketim bağımlılığının ve borçlanmanın devam ettiğini söylemek mümkün. 2024 verilerine göre, ABD’de toplam hanehalkı borcu 17 trilyon doların üzerinde. Bunun büyük bir kısmını konut kredileri (mortgage), kredi kartı borçları ve öğrenci kredileri oluşturuyor. Kredi kartı borçları alarm veriyor: 2023 sonunda kredi kartı borçları 1 trilyon doları aştı. Bu, Amerikan tarihindeki en yüksek seviyedir. Tüketim kültürü: “Krediyle yaşama” neredeyse toplumsal norm haline gelmiş durumda. Özellikle Black Friday, Cyber Monday gibi tüketim kampanyaları borçlanmayı daha da körüklüyor. Faiz yükü: Yüksek enflasyon sonrası FED’in faiz artırımları, kredi kartı borçlarını daha da ağırlaştırdı. Ortalama kredi kartı faizi %20’nin üzerinde.

Avrupa açısından bakacak olursak, Kuzey Avrupanın daha minimal bir yaşam odağında olduğu, Güney Avrupanın ise, tüketim odaklı yaşamın daha baskın olduğunu eklemeden geçmek istemiyorum fakat bu ayrıntıya rağmen, rakamlar uç noktalarda değil. Öncelikle Avrupa’da kredi kartı kullanımı daha sınırlı. Çoğu ülkede debit card (banka kartı) daha yaygın. İngiltere’de hanehalkı toplam kredi kartı borcu ~60 milyar £. Almanya ve Fransa’da kredi kartı borcu düşük; insanlar kartlarını genellikle nakit gibi kullanıyor, ay sonunda kapatıyorlar.

Örneklerde de açıkca görülebileceği üzere, aslında kapitalizm ve bundan doğan sistem hegemonyası global bir husustur. Sadece toplumların ve bireylerin (kendi özellerinde) sergiledikleri tutumlar, genel portre ve sürdürülen yaşam biçiminde büyük rol oynuyor.

Önemli olan sistemin bize neyi vadettiği değil, bizim içtenlikle ne olmak / nerede olmak istediğimizdir. Zihnimiz ve düşüncelerimiz dışarıdan etki dahilinde biçimlendirilmemeli ve izlediklerimiz/ gördüklerimiz hatta dinlediklerimiz üzerinden yaşamlarımızı biçimlendirmemeliyiz. “Hayat standartlarını korumak” ibaresi sistemin ürettiği bir aforizmadır. Hayatın bir standardı yoktur. Standartlar, iş gücü yaratabilmek adına “en iyiyi hedefleyecek” biçimde organize edilmiştir. En iyiye olan talepkarlık, sistemin iş gücüne olan ihtiyacını uzun vadeli çözmektedir.

Hepimiz ne giydiğimiz/ ne yediğimiz/ nerede oturduğumuzdan/ nereye gittiğimiz/ neyi sürdüğümüzden fazlasıyız.

Kapitalist dünyanın öne sürdüklerine göre değil, kendi burnumuzun dikine göre bir hayat sürmemiz dileğiyle.

Sevgiler,