Kemal ASLAN
Yönetmenliğini ve senaristliğini Michael Haneke’nin yaptığı 1994 yılı yapımı “Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası” filmi1993 Noeli’nde bir bankada 19 yaşındaki bir öğrencinin üç kişiyi ve kendisini öldürmesine ilişkin olayı anlaşılır kılmaya çalışıyor. Haneke, sosyo-ekonomik koşulların nasıl şiddet içerdiğinin farkında. Yoksulluk ve yoksunluk kapitalizmin dışlama yoluyla yarattığı bir şiddet biçimi. O, şiddetin bireysel değil toplumsal boyutunun farkında. Olanın kavranılması için gerçekleşen olayın birkaç ay öncesine gidiyor. Olayın çevresinde yer alan insanları, toplumsal ilişkileri, sorunları ile birlikte veriyor. Bunu yaparken de toplumsal, tarihsel koşulların insanların yaşamındaki belirleyici rolüne de işaret etmekten geri durmuyor.
Filmde sürekli haber filmlerine atıfta bulunması 1993 yılında dünyada terör, şiddet olaylarının devam ettiği, dünyanın neoliberalizme geçtiği, sosyalizmin yenildiği bir dönemde öngörülemez hale geldiğini gösteriyor. Somali’de yaşanan iç savaş, Amerika’nı müdahalesi, Yugoslavya iç savaşı, Bosna-Hersek’te yaşanan soykırım, İrlanda’da, Türkiye’de çatışmalar… Haneke, yaşanılan dünyanın insanları mutlu etmekten uzak, sorunlu olduğunun bilincinde. Bir sanatçı olarak Avusturya’nın başkenti Viyana’da yaşanan olaya (bankada gerçekleşen olay, bir öğrencinin üç kişiyi öldürmesi ve intihar etmesi) geniş bir perspektifte bakıyor. Yaşadığı tarihsel dönemin kuşattığı şiddet sarmalının nasıl toplumları etkilediğinin farkında. İstikrarsızlığın yaşandığı bir dünyada kendi ülkesinde bireylerin mutlu olması ne kadar mümkündür? Göçlerin olduğu, mülteci sorunlarının yaşandığı bir ortamda insanlar ne kadar fildişi kulelerinde yaşayabilir ki? “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışı nereye kadar geçerli olabilir ki? Film, kapitalist toplumlarda dünya üzerinde yaşanan çatışmaların sorunların her toplumu etkileyebileceğini derinden hissettiriyor. Her birimiz, diğerine bağlıyız ve sorumluyuz. Bir entelektüel olarak Haneke bunun farkında. Kimi zaman uzun sahnelerle üzerine düşünülmesini sağlıyor Haneke. Örneğin masa tenisi antrenmanı yapan birini seyirciyi sıkacak kadar uzunlukta veriyor. Amacı, tekrarlayan rutinlerin insan yaşamında ne kadar yer tuttuğu. Rutinsiz bir hayatı sürdürmek olanaksız. Rutin hayatla, insanlarla sürekli bir biçimde bağ kurulabilmenin bir yolu. Rutinsiz her hangi bir ilişkinin yürütülmesi mümkün değil. Ben bu aralar arkadaşımla sabah kahvesi içerken sohbet etmeyi seviyorum. Güne öyle başlamak bana huzur veriyor, kendimi iyi hissediyorum. O da öyle olacak ki birlikte oturup farklı konuları konuşabiliyoruz. İnsan huzur bulduğu ortamda, kendini iyi hissettiği insanın yanında olmak istiyor ya da şeyleri yapmak istiyor. Masa tenisi örneği de öyle. O, bir sporcu rekabetin yoğun olduğu bir dünyada en iyiler arasında yer almak için hayatından bazı şeylerden vazgeçmek zorunda ve bir rutini gerçekleştirmek durumunda. Benzer sahne, Theo Angelopoulos’un çektiği “Ulysses’in Bakışı” filminde vardı. Sökülen Lenin heykeli tekne ile Tuna nehri boyunca götürülüyordu. Angelopoulos bir anlamda sosyalizme ağıt yakmıştı bu sahne ile. Yazdığım makalede bunu ele almıştım.
Yine evinde yalnız yaşayan emekli yaşlı baba ile kızı arasında geçen o uzun diyalog. Batı toplumlarındaki sevgisizliğin ne kadar yaygın olduğunu göstermesi açısından önemli. Kızın mesafeli olması anlaşılır. Ancak baba ihtiyacı olduğu sevgiyi torunuyla iki-üç kere telefonda konuşarak gerçekleştiriyor. Bu sahne yaşlıların nasıl sosyal izolasyon yaşadığını bunun da insanı nasıl çökerttiğini iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Çocukların ebeveynlere tepki duymaları doğal. Alice Miller’in kitaplarında ortaya koyduğu gibi çocukların yaşadığı travmaların, ikili ilişkilerdeki davranışlarının kökeninde anne ve babalarının onlara gösterdiği yaklaşımın etkisi var. Hatta aşk ilişkilerinde nasıl bağlanıldığı öteki ile duygusal bağın kurulmasında doğrudan çocuğa bakan kişinin (anne de dahil) yaklaşımının belirleyici olduğu Bowlby’nin çalışmalarıyla ortaya konulduğundan bu yana biliniyor. Bankada çalışan kızın babasına tutumunda da geçmişin bu yüküyle yüzleşmemesinin rolü var belki de. İnsan ilişkilerinde yüzleşmek insanın kendi maskesinin de düşme tehlikesi olduğundan zor. Kızın babasıyla içten, sıcak olmayan soğuk iletişimi aralarında bir sorun olduğunu gösteriyor. Haneke, Batı toplumlarında yaşlıların zor koşullarda olduğuna işaret ediyor. Babanın kızına söylediği söz ”benden niye nefret ediyorsun?”, benim de bir dönem yakın arkadaşım olan birine aynı sözü söylediğimi anımsadım. Gerilimli bir tartışma ortamında olduğumuzdan bu sözümü duysa bile az önce konuşulanların etkisinde olduğundan yanıt bile vermedi. O, yanıt verilmeyen bu durumları kabullenme olarak değerlendirir. Ben öyle değil. Üstelik birkaç kez tekrarlamama rağmen. Ben sonradan bilinçdışının bu konuda yönlendirici olabileceği çıkarımında bulundum ama bunu ona söylemedim. O zaman da hak verdim. Baba kızıyla böyle bir yüzleşme yapamadığından nedenini kendi de açıklayamıyor kızıyla arasındaki yaşadıklarının. Babanın eski gücü olanakları yok. Ömrünün son deminde olduğunu biliyor, hatta aynı binada oturan birinin çocuklarının yanına yerleştiğini anlatarak kendisinin de böyle ilgi, sevgi ortamına ihtiyacı olduğunu hatırlatıyor ama kızı bunu duymazdan geliyor. Bir bankada güvenlik görevlisi olarak çalışan adamla karısının yemek yediği sahne aile ilişkilerindeki sevgisizliğin boyutunu ortaya koyuyor. İkisi yemek yerken birbirlerine bile bakmıyorlar. Adam hızlıca yemek yerken bir bardak birasını da içiyor. Bu sırada karısına kelimelerin ruhu olmayan bir biçimde, yüzüne bakmadan sıradan bir söz gibi “seni seviyorum”, diyor. Sevgi sözcüklerinin insanı değiştirmesi beklenir. O sözü söyleyene karşı bir yöneliş olur, yüzüne bakılır, kısaca bir davranış değişikliği gözlenir. Kadın da böyle bir durum söz konusu olmuyor. Bir süre ne yapacağını, ne diyeceğini düşünüyor. Sonra “sana kaç kere söyledim, bana bu tür sözler söyleme”. Bir anlamda kocasını tersliyor. Adam bir süre duruyor ve birden eliyle kadının yüzüne tokat atıyor. Masada bir süre sessizlik oluyor. İkisi de yemek yemeyi bırakıyor. İlişkideki rahatsız ediciliği seyirciye geçiriyor bu sahne ile Hanake. Sonra önce kadın küçük bir lokma alıyor ağzına atıyor sonra da kocası. Sado-mazohist bir ilişki var sanki aralarında. Şiddet, sevgi göstermenin bir biçimi oluyor aralarında.
Haneke, şiddetin farklı biçimlerinin nasıl fark etmeden yaşadığımız gerçeğini filmde ortaya koyuyor.
Kapitalist toplumun panoramasını ortaya koyan filmde insan davranışları ile toplumsal yapı arasındaki bağı incelikli biçimde gösteren Haneke, 19 yaşındaki bir gencin neden silahla tanımadığı üç kişiyi öldürdükten sonra intihar ettiğini tarihsel toplumsal arka planıyla açıklamaya çalışıyor. Eski bir haberci olarak bir buçuk dakikalık bir haber Haneke’nin çabasıyla televizyonun suya yazılan dünyasından kurtuluyor. Bir bedene, ruha kavuşuyor. O, sıradan insanların ilişkilerinin nasıl kesişebileceğini, öngörülemez bir olayın aktörlerine nasıl dönüşebileceğimizi bu filmle anlatıyor. Film adı gibi 71 sahneden oluşuyor. Bükreş’ten kaçarak Avusturya’ya gelen sokaklarda yaşayan bir çocuğun hikâyesi gibi başlayan film, o çocuğun arabada yalnız kalmasıyla bitiyor. “Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası” filminde Haneke, çağının sorumluluğunu duyan bir entelektüel olarak yaşadığımız dünyaya ve topluma mercek tutuyor. İlişkilerdeki köksüzleşmeyi, geçiciliği, yabancılaşmayı kurutulması gereken kapitalizm bataklığı üzerinden anlatıyor.