Buse GÜLİN
İki kelimenin yan yana dizilmesiyle yönü değişen hayatlarımız var. Sevgiye dair duyduğumuz
umudun ölçümü limitli dünyamızda hala mümkün kılınamadı. Gözün algoritmasını aşan her
şeyin etkisi fazlaca küçümseniyor. Soyutluğun hükmü, somut olan her olgunun çok üstünde
aslında. Biz nedensizce görsel olanın sağladığı eminlikten toynakları büyük kibirler
türetiyoruz.
Eğer bana cehennemin rengini sorsaydınız, kesinlikle “Şeffaf” derdim. Kırmızı veya siyah
değil… Çünkü tüm büyük günahlar görülemeyen olguların ürünüdür yani çoğunlukla bu
kategoriyi dolduran “duyguların.” Bizi itinayla derinliği korkunç olan deliklere tıkayan
duygularımızın tırnakları bazen kaderlerimizi değiştirir hatta değiştirmekle yetinmez, onları
yönetir. Lincoln’un hikayesi tam olarak burada başlıyor.
Abraham Lincoln’ün aşk hikayesi trajik, hüzünlü ve insana dokunan bir hikâyedir.Onun
hayatı gibi, aşkı da sade ama derin bir dram taşır. Güçlü duruşunun arkasında kırılgan bir
duygusallığı biçimlendiren yapısı vardır. Abraham tüm Amerika için Otoriteyi temsil eder
fakat iç dünyasında en az hepimiz kadar insandır.
Lincoln’ün gençlik yıllarında iki büyük aşkı olduğu bilinir: Ann Rutledge ve Mary Todd.
Onun hayatı için iki kadın da çok önemlidir çünkü ikisi de ayrı birer eşiktir. Biri onun
kalbini açar, diğeri onun kaderini değiştirir.
Linconl’ün siyasi olarak güçlü duruşu ve karar mekanizması Amerikan tarihi için çok
değerlidir. Bilhassa Köleliğin kaldırılması adına çıkarttığı yasa ile, Amerika’nın siyasi,
kültürel ve hukuki tüm düzlemini devrimci bir hareket ile değiştirir ve Thomas Jefferson’un
yazdığı, 4 Temmuz 1776’da ilan edilen Amerikan bağımsızlık bildirgesinde yer alan “
Amerikan topraklarında herkesin eşit olduğuna” dair ibareyi tümüyle hayata geçirir.
Böylesine güçlü eklemleri olan bir başkan için gençlik dönemleri çok iyi bilinmez. Lincoln,
başkan olduğu andan itibaren kalıcı bir idol haline gelir. Siyasi olarak tutarlı ayrıca
fazlasıyla parlayan duruşu özel hayatında yaşadığı kaosların önünde iyi niyetli bir bariyer
olur. Lincoln, bir başkan olmanın ötesinde aslında harika şiirsel bir ruhtur. Sever, sevilir,
kaybeder ve kazanır. Lincoln ruhani bileşkeleri ve rasyonel zekasıyla bir ikondur. Tabii, onu
tetikleyen her şeyin daha doğrusu aşk hikayesinin başladığı ilk an için gençlik dönemlerine
gitmek gerekir. Genç bir avukat olduğu dönemlere…
Ann Rutledge: İlk ve belki de en saf aşk
Lincoln 1831 civarında, Illinois’in küçük kasabası New Salem’de genç bir avukat ve
dükkân çalışanı olarak yaşamaya başlar. Orada Ann Rutledge adında, zeki, nazik ve
herkesin sevdiği bir genç kadınla tanışır. Ann nişanlıdır, ama Lincoln’le tanıştıktan sonra
aralarında derin bir bağ oluşur. Ann’in nişanı bozulur, Lincoln’le aralarındaki sevgi büyür.
Ancak hikâyenin kalbi burada kırılır: 1835 yazında Ann, tifüs hastalığına yakalanır ve
yalnızca 22 yaşında ölür.
Lincoln’ün dünyası tolere edilemez bir acının hükmü dahilinde yıkılır. Günlerce kimseyle
konuşmaz, depresyona girer, hatta arkadaşları onun aklını yitireceğinden korkar.
Bu noktada söylemek gerekir ki : Bir çoğumuz için ölüm aslında bir özgürleşmedir. Boyut
değiştirmenin verdiği bir “arınma güdüsü” üzerine odaklanır ve fiziksel olarak ayrılığımızın
yükünü bu şekilde normal kılarız fakat Lincoln için, hayatını ansızın ters düz eden bu ölüm
bir hücredir. Kendisinin içerisine girdiği ve ayakta durmasına dahi olanak tanımayacak
kadar dar bir hücre.
Lincoln daha sonra yazdığı mektuplarda Ann’in ölümünün hayatında bıraktığı izi sık sık dile
getirir. Kaybının yükünü meşrulaştırma biçimi yazdığı metinlerin içerisinde var olan
öznelerine ve yüklemlerine dayanır hatta pek çok tarihçi, Lincoln’ün o hüzünlü ve
melankolik doğasının köklerini bu kayıpta bulur. Aslında kaybeden ruhunun kazandığı bir
sürü farkındalıkta..
Lincoln’un duygusallığını güçlü omurgasının içerisinde büyüyen bir ışık hüzmesine
benzetirim. Kendi erdemlerinden türeyen, riya’ya hiç bulanmamış bir rengi vardır.
Diplomasını aldığı alan gaddar ve sistematik olmasını gerektiyor olsa da, yürüdüğü yolun
tümsekleri Linconl’ün duygusal direnişini ve bağlılığını hiç değiştiremez. Sevdiği kadınları
stratejiye göre değil, burnunun dikine göre sahiplenir. Bu yüzden çöküşü de yükselişi de iki
ayrı uçtur. Lincoln’un duygusallığı en kötüden – en iyiye doğru sürekli sıçramalar,
yalpalamalar ve geri düşüşlerle doludur. Bu yüzden, Lincoln için planlı bir konfor alanının
varlığından söz edilemez. Lincoln bir siyasetçi gibi değil, sadece bir insan gibi sever. Hayatı
boyunca kadınlarını konumuna, duruşuna veya taşımak zorunda olduğu resmi etiketine uygun düşecek şekilde bir filtreleme dahilinde aramaz. Ansızın yolu kesişir, onları görür, tanışır ve diyalog halinde kalarak hayatının merkezine çeker.
İşte bu yüzden Mary’i tüm çıkışlarını değiştirecek kadar büyük hamleyi yapabilen 2. kadını
olarak kodluyorum.
Mary Todd: Tutku, fırtına ve siyaset
Yıllar sonra, Springfield’a taşındığında Lincoln, Mary Todd adında eğitimli, aristokrat bir
kadınla tanışır. Mary, kültürlüdür, politikaya ilgilidir, ve Lincoln’ün zeki mizacına hayrandır
fakat ilişkileri fazlasıyla fırtınalıdır. Mary, duygusal iniş çıkışlar yaşar; Lincoln, kendi içine
kapanık ve kararsızdır. Hatta 1841’de nişanlarını bozarlar.
Bir yıl sonra, kader onları yeniden beklenmeyen bir açmazda bir araya getirir. 1842’de
evlenirler. Dört çocukları olur, ama üçü küçük yaşta ölür. Bu kayıplar, Mary’nin ruhsal
dengesini sarsar; Lincoln ise acısını yapısı gereği sessizce taşır.Yine de, bunca dağılmanın
ve büyük boyutlu tekrarlayan kayıpların içerisinde, Mary Lincoln’e her zaman inanan tek
kişi olmuştur. Onun büyük bir lider olacağını en başından görür. Ve gerçekten de, o adam
sonunda Amerika Birleşik Devletleri Başkanı olur.
Lincoln’ün aşk hayatı, tıpkı onun yaşamı gibi, acıyla yoğrulmuş, derin bir insanilik
barındırır. Güçlü smokinlerinin ve keskin hatları olan şapkalarının arkasında acıdan
kendisini var etmiş bir tarafı vardır. Sesi hep gür çıkar fakat çoğu zaman ruhu acır ama
tezatlığının bile bir harmonisi vardır. Ann Rutledge’e duyduğu aşk, ruhunu şekillendiren bir
hüzün bırakır; Mary Todd’la olan evliliği ise onu tarihe taşıyan bir ortaklığa dönüşür.
Aslında, Lincoln bir kadınında kalbini kaybetmiştir, diğerinde kaderini bulmuştur.
Aşk nedir? Ruhumuzu şekillendiren bir dinamik? Kahroluşumuz? Yükselişimiz veya
kendimizi kaybedişimiz? Tuttuğumuz derin yas? Dışarıya çıkamayan çığlıklarımız?
Lincoln dahil olmak üzere, hepimiz bunların toplamıyız. Dünyevi hayatta pozisyonumuz
veya rolümüz ne olursa olsun, bizi hatta yürüyeceğimiz yolu biçimlendiren duygularımızdır.
Hepimiz müthiş bir bireysel soyutluğa biat ediyoruz. En derin erdemlerimiz orada doğuyor,
en büyük günahlara onlar uğruna giriyoruz.
Şu an bile, en büyük sıçramasının gururunu yüzünde taşıyanlar ve en keskin acılarını
sırtlanmaya çalışanlarla aynı zemin üzerinde nefes alıyoruz. Tüm duygularımızla
birbirimize karışmış durumdayız ve ilk bakışta ayrışamıyoruz. Sokakta yürürken yanından
geçtiklerimiz, toplu taşımada yer verdiklerimiz, yemeğimizi paylaştığımız insanlar,
dinlediğimiz sokak sanatçıları ve daha nicelerimiz… Aslında hepimiz ayrı birer hikâyeyiz
ama aynı yerden boy veriyoruz çünkü İçinde olduğumuz suyun kendisi ve derinliği aynı…
Fakat nefesimizi tutabilme süremiz ve yüzeye çıkmaya olan direncimiz değişken. Bu
yüzden ilk paragraftan itibaren Lincoln’ün hep insani olan tarafına büyük vurgu yapmayı
tercih ettim. Pozisyonlarımız, doğamızı değiştirmez. Deneyimler değişken olabilir ama
kader hep aynı dinamiğin( duygular) varlığından ve ölümün kendisinden şekillenir.
Duygular görülmez, koklanmaz, sesi duyulmaz ama bedenimizi zorlayacak şekilde
hissedilir. Bu da, tüm yolumuzu değiştirmeye fazlasıyla yeterlidir.
Yazının temel amacına geri dönecek olursak, bu metinde yalnızca Lincoln’e değil, hepimize
referans veriyorum. Ünvanlarımızdan bağımsız olarak, her birimiz aynı özün ürünüyüz.
Statülerimiz/ pozisyonlarımız/ soyadlarımız/ maddi standartlarımız/ coğrafyamız/ etnik
kimliğimiz bizi başkalaştırarak, doğamızı dönüştüremezler. Dolayısıyla, yinelemekten
büyük gurur duyuyorum. Lincoln – her insan gibi- kayıplarından biçimlenen bir adamdır.
Duyguları tüm yolculuğunu dönüştürür. Varoluşsal sancımızı teorilerle açıklamayı severim
bu yüzden varlığına minnet duyduğum bir kaç teorisyen ile bu hususun minik ama aynı
zamanda kolektif bir açıklamasını yapacağım.
Lincoln ve tüm insanlık olarak hepimiz,
Freud’un yas teorisine göre: kayıptan sonra yeniden sevebiliyoruz.
Fromm’un anlayışına göre: sevmeyi bir seçim olarak sürdürüyoruz.
Lacan’a göre: sevgideki eksikliği dürüstçe yaşayabiliyoruz.
Beauvoir’e göre: aşkın iktidar ilişkisini bile tersine çevirebiliyoruz.
İşin finalinde , hepimiz duygularımız kadarız üstelik duygularımızın somut çıktıları olarak
nefes alıyoruz. Nedeni büyük bir giz fakat duygunun her türlüsü bir değişim doğurur.
Hislerin kodu ne olursa olsun, kaybedişler birer gelişim kumandasıdır. Bizi öngörülebilir
veya öngörülemez şekilde biçimlendirebilir ve bazen sapacağımız yolu değiştirebilirler.
Hepimiz fani birer genetik dizilimden ibaret olarak tasarlandık. Belki de en çok da bu
gerçekliğe tutunarak, duygularımızın arkasında durmalı ve sonuna kadar onlarla bu
bilinmez yolculuğu paylaşmalıyız çünkü aslında en büyük düşüşler, mucizevi yükselişleri
doğurabilirler. Tıpkı Amerika Birleşik Devletileri’nin 16. Başkanı Abraham Lincoln olmak
gibi…
Sevgilerimle…
