HOCALARIN HOCASI: HOCAM ÖLDÜ

Kemal ASLAN

Adı Ertan Simer’di. Biz öğrenciler ona çoğunlukla “Tonton” derdik. Yolu akademiyle kesişenlerin bildiği aşina olduğu bir isimdi. Üniversitede yüksek lisans doktora yapmak isteyenler arasında adı efsaneydi. Hatta liseyi bitirip üniversitede hazırlık sınavlarını geçmek isteyenlerin de aşina olduğu bir isimdi. 58 yıllık uzun sayılmayan yaşamının neredeyse 48 yılı İngilizce öğretmekle geçmişti. Marmara Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulu’ndun birinci sınıfını tamamladığından beri öğretmenlik yapıyordu. Memur babacığına yük olmadan ekmeğini kazanmaya çalışıyordu. Profesyonel olarak bazı üniversitelerde mezun olduktan sonra ders verdi. Ama sıkı kurallar hoşuna gitmedi. Kendi başına açtığı dershanede ders vermeye başladı. 80’li yıllarda İngilizce öğretiminde adı efsane olan İstanbul’daki 5-6 hocadan biriydi.

Tıptan hukuka, mühendislikten iletişime, güzel sanatlardan konservatuara yüzlerce farklı alanda tutunmak isteyenlerin, var olmak isteyenlerin yani halk çocuklarının uğrak yeriydi Ertan Simer. Günümüzde assolist olan ya da CD çıkaran sanatçılar da öğrencisi oldu. Kadıköy’de 5-6 farklı mekanda ders verdi. Ben tanıdığımda 43 yaşındaydı. Bir doksan boyunda yüz kırk kilo ağırlığındaydı sanırsam. Tam olarak kilosunu söylemezdi. Takıldığımızda o civara yakın diye geçiştirirdi. O zamanlar sağlık sorunları yoktu. Uzman olmalarına katkıda bulunduğu tıp doktorları onun yılda bir kere de olsa check-up yapmasına yardımcı oluyordu. O zaman da değerleri normaldi. Ama ben sıkıştırırdım. “Aman hocam dikkat et, sen bizlere ve bizden sonraki halk çocuklarına da lazımsın.” diye. O da “maşallah” der sıranın üstüne vurur; gözleriyle burnuna bakardı. Sanırım nazardan korkardı. Seküler yaşam tarzını benimsese de bu coğrafyada yaşayan çoğu yoksul ve orta sınıf insanı gibi orucunu tutardı. Farklı inanç ve görüşlere saygılıydı. Sadece insanlık suçu olarak gördüğü “faşizm’e karşıydı”. Bu kategorik bir duruştu.

Dinlemeyi de iyi bilirdi. Ama konuşmayı şehvetle severdi; bir şeyler anlatmayı, paylaşmayı. Belki de onun için ders vermek yeniden sosyalleşmenin bir aracıydı. Dersini bir gösteri edasıyla sunardı, müdavimlerini etkilerdi. Zaman zaman kullandığı argo sözcükler onun ağzında farklı anlam kazanırdı. Dallamalar derdi sonra “dalında uzman öğrenciler” diye de açıklardı. Espri zevki, damak zevki kadar gelişmiş ve inceydi.

Aslında o kelimenin tam anlamıyla bir gurmeydi. Biz öğrencileri onun sayesinde en iyi dondurmanın, kebabın, pidenin, lahmacunun, pastanın, limonatanın, çorbanın, zeytinyağlı yemeklerin nerede uygun ve kaliteli olarak yenilebileceğini de öğrendik. Ben İstanbul Aydın Üniversitesi’nde Radyo-Televizyon Programcılığı Bölüm Başkanı iken onunla yemek programı yapmayı düşünmüştüm. Amacı lüks lokantalarda gezen gurmelere karşı halkın çocuğu, bizden biri Ertan Simer’i daha geniş kamuoyuna tanıtmaktı. Çünkü damak zevki çok gelişmiş biriydi. Onun tercihleri ve önerdiği mekanlarla İstanbul’da böyle yerleri tanıtmak istedim. Bu düşüncemi daha sonra kendi yaratıcılığı çerçevesinde Salih Seçkin Sevinç gerçekleştirdi. Çünkü lüks restoranlar ve mekanların yanı sıra halkın tercih ettiği lezzetlerin var olduğu mekanlar vardı. Proje gerçekleştirmek için kaynak lazımdı. En azından ulaşım masraflarını karşılamak. Bu mümkün olamadığından ertelenmiş bir düş gibi kaldı proje.

Gündelik yaşamın adamıydı. Nerede ne bulunur, nasıl alınır bilirdi. Esnafla arası çok iyiydi. Onların bu toplumun temel direklerinden biri olduğunu bilirdi. AVM’ler yerine esnaftan alış-veriş yapmayı tercih ederdi.

Ben hafta sonu sabah derslerine katıldım. İlk 2005 yılında karşılaştık Ertan Simer ile. 5-6 yıl devam etti. Aslında zordu hafta sonları erkenden Ataköy’den Kadıköy’e gitmek. Ama onu sevmiştim. Dediği gibi olmuştu: “Ertan Simer, insanın içine siner.” İnsandı. Hiçbir başka sıfata gerek duymayan. Alışkanlık olmuştu benim için de. Bir yandan 50’li yaşların ortasında otuz küsur yıldan sonra ara verdiğim yüksek lisans derslerine gidiyordum. Gece TRT’de sabaha kadar 14-16 saat nöbet tutuyordum. Zehirlenmiş gibi hissettiğim nöbet çıkışlarında uzun bir yolculuk sonrası derslere katılıyordum. Onunla aynı ortamda olmak diyalog ortamında bulunmak yani etkileşime girmek beni de rahatlatıyordu. Yaşadığım zor koşullarda birbirimizin ilacıydık belki de. O günler, TRT’de yaşananlar da tarih sahnesinde yerini alacak. Çünkü yaşanılanlar pek de insani değildi. Bir kurumun FETÖ terör örgütü ile nasıl doldurulduğunun yakın sendikal mücadelede yer alan biri olarak tanıdığıydım.

Bu ruh hali içinde birbirimize sohbetlerimiz ile iyi geliyorduk. Hafta sonları farklı yayın çizgisindeki 10-12 gazeten oluşan birkaç kilo ağırlığında gazetelerle derse gelirdi. O zamanlar gazetelerde ek üstüne ek verirdi. Gazeteleri bizimle paylaşırdı. Magazin haberleri de dahil gündemi yakından takip ederdi. Bir keresinde üç kat çıkardığım gazetelerden sonra bir hafta bel ağrısı yaşadım. Derse gidemediğimden aradığımda karşıma İstanbul hanımefendisi kibarlığı taşıyan annesinin tiz tınısıyla “buyur evlatçığım” deyişi ile önce duraksadım. Sonra artık annesinin evinde yaşamaya başladığını fark ettim. Bize sezdirmedi boşandığını. O zamanlar kızı konservatuarda okuyordu. Kızından söz ettiğinde gözleri ışıldardı. Zaten hayata ışıl ışıl gözlerle gülümseyen yüzle bakardı. Yüzüne bakmak bile kimi zaman insanın sıkıntılarını unuttururdu. Ama 2010’dan sonra yüzündeki gülümseme azaldı. Kaybolan neşenin yeniden hayat bulamadığını ben onda gördüm.

Sine-fildi. Bir yönetmeni sorsanız bütün filmleriyle yapım yılı ve oyuncuları ile size tek tek sayardı. Ken Loach, John Huston, David Lynch, Pudovkin, Eisenstein, Charlie Chaplin dahil olmak üzere çok farklı yönetmenler hakkında konuşabilirdi. Sinema sevdalısıydı. Komedi, dram, belgesellere yani sinemanın farklı türleri hakkında derin bilgi sahibiydi. Türk sinemasını da iyi bilirdi. Sinema konusunda ayaklı kütüphaneydi. Çoğu akademisyenden filmler hakkında daha fazla değerlendirme yapardı. Ama bunları yazılı hale getirmediğinden sözde kaldığından herhangi bir akademik unvanı olmadı. Zaten 12 Eylül YÖK düzeninin oluşturduğu ortamda herhangi bir akademik sıfata ihtiyaç duymadı.

Derslerinin birinde anlatmıştı: Babasının “oğlum akrabalarının adlarını bu kadar bilmiyorsun elin yabancısını tek tek sayıyorsun. Bu ne biçim iş” dediğini aktarırdı. Fazla akrabası var mıydı bilmem. Ama sinema tutkusu Hollywood etkisi dışındaki filmleri başkalarının da izlemesi için ve sevdiği bir alanda iş yapmak için Bahariye’de 6 yıl (2000-2006) süreyle Kadıköy’de Sinema TEK’te bağımsız sinema örneklerine yer verdi. Ama yürümedi, zarar etti. Pişmanlık duymadı. Borçlarını tek kuruşuna kadar ödedi.

Sinema dünyasında tanıdığı, konuştuğu insanlar da çoktu. Farklı yaşam biçimlerinin olduğunu, dünyanın daha farklı olacağını beyninde, yüreğinde hisseden biriydi; sol memesinin altındaki cevahir halkı için atıyordu. Bazen halk o sesleri duymaz ya da halkın çocuklarının çok azı duyar.

Sadece sinemayı değil tiyatroyu da severdi. Vodvillerden operaya kadar geniş bir yelpazede gündemdeki sanatsal etkinlikleri takip ederdi. O “salonların dolması lazım onlar da emekçi yaşamlarını sürdürmeleri lazım.” diyerek haftada bir değilse de on beş günde bir tiyatroya mutlaka giderdi.

Sanat müziği ve halk müziğini de severdi. Ünlü sanatçılardan akademik dünyada olanların bazıları da öğrencisi olmuştu. Her hoca gibi öğrencilerinin başarısıyla sevinir; bunda kendisinin de payı olduğu için gurur duyardı.

Biz ona nasıl “Ertan’ım Tontonum” dersek o da bize lakap takardı. 1970’lerdeki siyasal çizgim ve derslerdeki sürekli itirazlarım nedeniyle bana “Komünist Kemal” derdi. Bu ne kadar gerçekliğe tekabül ederdi ne o sordu ne de ben bugünün dünyası içinde yanıtladım. Sözümüz kalmıştı muhaliftik bildiğim.

Ben yetişkinlere yönelik eğitimin nasıl olması gerektiğini ondan öğrendim. O yıllarda Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde ders veriyordum. Televizyon muhabiriydim. Ders anlatma deneyimim vardı ama o, derslerinde gündelik hayattan örneklerle dersi zenginleştirmede benden daha iyiydi. Sinemada, tiyatrodan, magazin konularından örnekler verirdi.

İngilizce zaten onun üstat olduğu bir alandı. Önce zamanları, sonra isim ve isim cümleleri ile bağlaçları anlatırdı. Bolca örnek çözerdi. Her dönemde yeni kaynaklardan yararlanırdı. Benim itirazlarımı dikkate alırdı. Örneğin; hocam bu konuda eksiğiz dediğimizde o konulara ağırlık verirdi. Etkileşime açıktı. Benim gibi ortaokul, lise ve yüksekokulda yabancı dili Almanca olan birine İngilizceyi sevdirmişti. Ben de yaparım duygusunu yaşattı bana. Kelimeleri yan anlamları ve karşıtları ile birlikte öğretirdi. Bin beş yüz kelimeyi sindire sindire, tekrar ede ede öğretirdi. Gerçekten de derslerde içimize sinerdi.

Öğrenci-hoca ilişkisinden öte arkadaş hatta dost olmuştuk. Dertleşirdik hem güncel konulara hem de özel yaşama dair. Oğlak burcuydu. O, derslerinde şöyle derdi: “Üç yerde insanlar eşitlenir: Bir Allah’ın huzurunda, İki Kadıköy Pazarı’nda, Üç Ertan Simer’in derslerinde”. Yani şimdi değilse mutlaka İngilizce sınavını geçeceksiniz demek isterdi. İyi ki kesişmiş hayatlarımız. Şanslı bir tesadüf oldu onunla tanışmak, derslerinde olmak. O sayede yeni dostluklar ve arkadaşlıklar edindim. Ertan Simer’den yolu geçen on binden fazla akademisyen gibi… Güzel insan, annene, babana kavuştun. Rahat uyu. Geride kaldı üzüntüler, terk edilmişlik, yalnızlık. Bir de hoş seda kaldı senden. Bil ki halkın çocuklarının kalbindedir yerin…