Mavi Limandan Mavi Limana: Bulgaristan İzlenimleri (Varna-2)

Kemal ASLAN

Varna’da güne erken başlıyoruz. Ben gün doğumu sonrası güneşin yüzünü göstermesi durumunda yataktan hemen kalkıyorum. Aydınlığı, gündüzleri seviyorum. Büyük bir enerji ile güne başlıyorum. Gökyüzünün açık bulutlu olması beni hep etkiler. Gri, kara bulutlu gökyüzünde kendimi kötü hissederim. Engin de öyle o da benim gibi erkenci.Birkaç sokak dolaşmış ama kısa sürede marketin yerini bulmuş. Yakında kahvaltı edecek yer yok. En iyisi kaldığımız mekânda kahvaltı yapmak. Ben ev ortamında kahvaltı yapmayı her zaman severim. Engin ben kalktıktan 10 dakika sonra elinde poşetlerle geliyor. O da neler alacağını öğrendi. Burada Yunanistan’daki gibi zeytin bulamıyoruz. Zeytin ağaçları var ama zeytinleri o kadar iyi değil. Domates, salatalık, birkaç çeşit peynir ve yumurta. Ben kahvaltı masasında mutlaka peynir ve zeytin olmasını isterim. Üstelik üç öğün de bunları yiyebilirim. Yarım saat içinde kahvaltı sofrası hazır. Buradaki elektrikli fırın yumurtayı daha kısa sürede haşlıyor. Sabah dokuza doğru kahvaltımızı yapıp önceden belirlediğimiz Asparuhovo plajına yaklaşık Tuna nehri üzerindeki köprüyü geçerek.- Nessebar’dan gelirken geçtiğimiz- yarım saatte gidiyoruz.

Günün büyük bölümünü burada geçirmeyi planladığımızdan yolda durup yiyecek, içecek alıyoruz Lidl’dan. Burada yaygın birkaç mağaza zincirinden biri. Üstelik fiyatlar makul. Bizde alışkanlık oldu: Zincir mağaza gördüğümüzde hemen burada duralım diyoruz. Yol koşulları uygun mu, değil mi bakmıyoruz. Bu durumda en çok zorlanan Engin oluyor. O dikkatini yola verdiğinden hemen bu ani karar değişikliğine uyum sağlayamıyor. Daha uygun koşulların olduğu durumu tercih ediyor. Bir sürücü olarak haklı. Biz onunla zaman zaman empati yapamıyoruz. Buradaki ilk günün acemiliğini üzerimizden atıyoruz. 65 Leva (1300 lira) tutuyor aldıklarımız. Engin, ücretli park yerine otomobilini her zamanki titizliği ile bırakıyor. Burgas’daki gibi gözümüz arkada değil (!) Deneyimlemenin bu yararı var. Boş yere dememişler: “Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer.”

Asparuhova plajı fazla kalabalık değil. Biz burada her biri 12 leva olan iki şezlong (şemsiye dahil) alıyoruz. Havlularımız var. Onu da yere seriyoruz. Karadeniz hırçınlığını burada da dalgalarıyla gösteriyor. Dalga seslerini dinlemek bana her zaman iyi gelmiştir. Doğanın kendine has bir müziği var. O müziğin ritmini kavramak yani düzenlilik ve süreklilik içinde tekrarları fark etmek gerekiyor. Sınırlı notalardan oluşan müzik eseri gibi olsa da tekrarlamanın insan da yarattığı hipnoz etkisi yaratıyor yavaş yavaş. Böyle durumlarda kumların üzerine uzanmayı, gözlerimi kapamayı ve doğanın seslerine kendimi açmayı severim. Eşyalarımız olduğundan ben denize hemen girmiyorum. Yanımda getirdiğim kitaba biraz bakıyorum ama içimden okumak gelmiyor. Kafamda çözemediğim sorunlar yanıtını bulamadığım sorular var. Böyle durumlarda uyumayı tercih ediyorum hep. Sorunlardan uzaklaşmanın bir yolu olarak. Farklı yoları deneyenler de olabilir. Sorunlarla kendi arama mesafe koymadan, zihnimi bir süre dinlendirmeden kısır döngüden kurtulamıyorum. İçmek de bir tür kaçış biçimi ama bazen zihnim bunu bilse de yeniliyor. Yaklaşık yirmi dakika kadar kestiriyorum. Ruhum daha dingin şimdi. Üstelik Engin ve Hülya da denizden çıkıp yanıma gelmişler. Denize girme sırası bende. Deniz suyu sıcak ve tuzlu. Dalgaların bedenime vurması iyi geliyor. Bedenime çarpan her dalga bir rezonans yaratıyor. Boyuma yakın yerlerde yüzüyorum. Recep ve Özlem de yanıma geliyorlar. Ayaküstü sohbet ediyoruz. Bir ara denizde seyrek de olsa bulunan yosunları başımıza koyuyoruz. Ortaya çıkan görüntü komik. Yeşil saçlarımız var sanki. Değişik bir hava veriyor yosunlar yüzümüze. İçimizdeki çocuk burada böyle canlanıyor. Herkesi içindeki çocuk farklı zamanlarda, mekânlarda ortaya çıkıyor. Birbirimize bakıp gülüyoruz. Birden gülmeyi ne kadar unuttuğumuz geliyor aklıma. Yüzlerimiz hep somurtkan.Georg Wilhelm Pabst’ın 1925 yılında çektiği Neşesiz Hayat filmi geliyor. Faşizmin nasıl yükseldiğini, insanların hayatlarından neşenin kalkmasıyla otoriterleşme arasında nasıl bağlantı olduğunu anlatıyor film.  Mizahın azaldığı, insanları gülmeyi unuttuğu, mutsuzluğun yaşandığı umudun azaldığı her yerde otoriterleşme süreci yaşanır. Gülmenin bir direniş, var oluşunu ortaya koymak olduğunu 1970’lerden bu yana biliyorum. Dosta düşmana rağmen içimizi parçalayan kederimiz de olsa gülmeyi unutmamalıyız. Gülmek yaşananların üstesinden gelebilmeyi içerir bu keder coğrafyasında. Yaşadığım andan bir anda kopsam da yeniden denizde olduğum an’a dönüyorum. Özlem ve Recep usta yüzücü ben belirli sınırlarda yüzebilen acemi… Bir saat kadar kalıyorum denizde. Dalgalarla boğuşmak, kulaç atmak, var olan enerjimin bir kısmını kullanmak iyi geliyor. Kafam daha rahat. Nazım’ın Bugün Pazar şiirindeki gibiyim. Aklımı kurcalayan konular dağılmış durumda.

Denizden çıkıp hemen kurulanıyorum. Sonra Enginlere takılıp bira içiyorum. Yazın güneş ve denizle iç içe olunan ortamda bira iyi geliyor. Buranın biraları da fena değil.

Saatler geçtikçe plaja gelenlerin sayısı da artıyor. Kimse kimse ile ilgili değil. Belki bizim Ege sahillerinde boy gösteren magazinciler burada olsa ne pozlar yakalarlar kimbilir. Ne bağlantılar kurarlar 1980’lerde yayınlanan Tan Gazetesi gibi… Bu arada Recep’in yüksek lisans tezi Tan Gazetesi üzerineydi. Oradaki “masalsı anlatım” ve Türk erkeğinin bilinçaltını ortaya koyan masa başı haberler… 

Özlem, ekibin annesi gibi. Güneş kremini hemen veriyor sonra da “yüzüne de şunu sür “,diyor. Emir kipiyle değil; bir tavsiye olarak. Dostluk nedir ki? Ötekini düşünmek, kendi bencilliğinden vazgeçmeyi öğrenmek, birlikte olduğun insanlara karşı sorumluluk duymak ve bunu eylemlilik halinde yap(abil)mek…

Saat 16.30 civarında ayrılıyoruz plajdan. Önce kaldığımız yere gidip üstümüzü başımızı değiştiriyoruz. Sonra 45 dakika içinde şehrin merkezine hareket ediyoruz. Varna’yı daha iyi tanımak istiyoruz. Önce aracımızı dün geceden aşina olduğumuz otoparka bırakıyoruz. Sonra dün geçtiğimiz sokaklardan daha yavaş biçimde geçiyoruz.

Varna’nın en güzel yerlerinden biri Nezavisimost –Bağımsızlık- Meydanı. Günün her saati kalabalık. Alış-veriş merkezlerinin yanı sıra döviz büroları da var. Döviz bozdurmak akşam saatlerinde pek mümkün değil. Burada önceliğimiz döviz bozdurmak. Meydan da Barok tarzda yapılmış adını ilk yöneticisi Stoyan Bachvarov’dan alan tiyatro var. Yaz mevsiminde bizde olduğu gibi tiyatrolar Eylül ayına kadar kapalı.  Burada sokak ressamları var. Bunlardan biri de Hüseyin. 60 yaşında. Öğretmenlik yapmış. Şimdilerde resim yaparak hayatını kazanıyor. Ben de kendime dalgalı bir denizdeki tekneyi anlatan tabloyu alıyorum. İncelikle imzalıyor. Bir anı kalıyor buradan. Onun biraz ilerisinde başka bir ressam tuvalin karşısında boyalarıyla resmini tamamlamaya çalışıyor. Yaptığı resimler de açık havada sergilenen ortamda sanatseverleri bekliyor.

Parkta güzel bir ironi var. Tahtadan yapılmış siyah kediden korkan bir kadının merdivenlerde temsili canlandırılmış. Kadın olduğu ayak bileklerinin inceliğinden, saçlarının topuz biçimde toplanmasından, bacaklarının inceliğinden ve etekle oturduğundan çıkarıyorum.  Kedi ona bakıyor ne zaman inecek diye o kediye bakıyor ne zaman gidecek diye. Bugünlerde sokakta yaşayan köpeklere yönelik toplu katliamın yasalaştığı ülkemizde belki de hoş karşılanmayacak bir heykel. Heykeltıraşın kedi korkusu mu vardı? Yapan kadın mı erkek mi? Toplumsal cinsiyet anlamında kadınların kedilerden korktuğu kabulüyle mi hareket etmiş? Bir durum saptaması mı? Ya da siyah kedi görmenin uğursuz olduğu anlayışıyla mı yapılmış? John Berger olsaydım yanıtlardım belki onun Görme Biçimi’ndeki “kadının en büyük esareti kendi seyredilme biçimini seyretmesidir” saptaması gibi. Benim sadece sorularım var. Yanıtlar bende değil! Ne olursa olsun insanı bu halde görmek gülümsetiyor.

Meydanın yakınında Etnografya ve Ulusal Müzeler var. Saat geç olduğundan kapalı. Biz, Varna Dormiton Katedrali’ne gidiyoruz. Meydanı geçtikten sonra caddenin öbür tarafında. 1886 yılında açılan bu katedral, Osmanlı Devleti’nin Bulgaristan’ı işgali sırasında ölen Rus askerlerine adanmış. En son 2000 yılında restorasyon yapılmış. Kuleleri altın gibi parlıyor. Yanında saat kulesi var.

Meydanda epey dolaştığımızı ve acıktığımız fark ediyoruz. Yeniden şehrin eski sokaklarının olduğu bölgeye yöneliyoruz. Yol üstünde Hülya ve Özlem Delirium Beers’i görüyorlar. Farklı türden biralar var. Bir anlamda bira tadım yeri. Fiyatlar uygun. Meze olarak da yanında kurutulmuş balık, et, küçük peksimetler ve galeta var. Günün yorgunluğunu atmak kafayı rahatlatmak için uygun bir mekan. İçeriden bira tercihlerimizi yapıyoruz. Ben hiç denemediğim Vişne Birasını da söylüyorum. Tatlı biralar daha çabuk kafa yapıyor; çükü alkol derecesi biraz daha yüksek. 5 kişi 4 litreye yakın bira içiyoruz. Engin ve Recep bu değişik tatlardan oluşan biraları sevmiyor. Onların hakkını da biz içiyoruz. Boşuna dememişler: “İçelim, güzelleşelim”. Hafif çakırkeyif oluyorum. Bir tür abur cuburla içtiğimizden. Asıl yemeği bu kez dün gidemediğimiz Varna Limanı’nda yiyeceğiz. 

Sonra Varna’nın Tarihi Gar’ına doğru yürüyoruz. Bu anı dondurmak geliyor içimden. Özçekim ile bunu yapıyorum. Garın içine girdiğimizde elektronik panodan seferleri görüyoruz. Ben oldum olası tren yolculuklarını severim. Gençliğimde kardeşim Engin Ankara Mamak’ta acemi birliğinde iken hafta sonları onu ziyarete giderdim. Trenin hareket halinde raylarda çıkardığı ses de beni başka hayallere sürükler. O zamanlar geçtim ve körkütük âşıktım. O da biliyordu bunu. Olmadı sonra ama…

Garda trenler hareket saatini bekliyor. Benim için gar kavuşmaların, özlemleri gidermenin ayrılığın hüznün mekânıdır. Bir duygu durumundan başka duygu durumuna geçtiğim yerdir. Aslında hiç garda böyle bir durum yaşamadım. Filmlerin bendeki etkisi midir? Olabilir. Sonradan fark ettiğimiz neler etkiliyor ki bizi?

Tren garı güzergâhından limana doğru yürüyoruz. Oldukça kalabalık. Çok sayıda restoran ve eğlence merkezi var. Çoğu tıklım tıklım. Saat 21.00 gece başlamadı daha. Gökyüzünde yarım ay var. Şimdi kim bilir kim benim gibi bu yarım dolunaya bakıyordur ve özlemle sevdiklerini hatırlıyordur. Bankta sevgililer sarmaş dolaş oturmuş… Meraki adını taşıyan Yunan restoranında buziki çalıyor. İçerde kimse oynamıyor. Bu kez sonuna kadar gidiyoruz limanın. Sonra karşı kıyıya yürüyoruz. Geçtiğimiz bir parkta yaşlıca bir adam slow müzik çalıyor. Geçip gidiyor herkes. Ben o an hafif gülümsüyorum ve hayalimde partnerimle dans ediyorum.

Sonra Sea Garden’da İspanyol yemeklerinin yapıldığı yerde oturuyoruz. Nerede yemek yiyeceğimiz konusunda karar vericiler Özlem ve Hülya. Biz de onların kararına uyuyoruz. İçki tercihimiz beyaz şarap. Yanında balık, salata, peynir tabağı hatta köpek balığı da var. Doyuyoruz. Üzerimize yemek sonrasının yorgunluğu çöküyor. Eve dönüp hemen uyuyoruz. Yarın hedefimiz Balchik’e  (Balçık)gitmek. Rezervasyonu birkaç saat önce tamamlıyoruz. Sabah Varna’dan ayrılacağız.

(Devamı Var)