Kemal ASLAN
Burgas’tan iki gün kalacağımız 30 kilometre uzaklıktaki Nessebar’a hareket ediyoruz. Nessebar Burgas’a göre daha çok tercih edilen, Bulgaristan’ın Karadeniz’e kıyısı olan ve plajlarıyla ilgi çeken çok küçük bir kültür ve sayfiye şehri. Nüfusu yaklaşık 30 bin. Hem ülke içinden hem de ülke dışından gelenler var. Bence Nessebar da yaz aylarında bizim turistik yerler gibi kış aylarındaki nüfusunun birkaç kat fazlasına sahip oluyor. Biz, Türkiye’den gelen çok az turistle karşılaştık. Türkler tarafından pek tercih edilen merkez olarak gelmedi bize. Ama Türk kökenli Bulgar vatandaşları ile sık karşılaştık. Ülkenin farklı yerlerinden gelen insanlar da vardı. Kaldığımız 6 katlı yer birbirine bitişik iki bloktan oluşuyor. Boş yer bulmak zor. Kaldığımız bölge şehrin merkezinden uzakta o nedenle oldukça sakin. Hem havuzu hem de özel otoparkı var. Ancak plaj hemen 50-60 metre ilerde caddenin karşısını geçince. Mavi deniz ve altın kumlarıyla ilgi çekiyor. Türkiye’nin Karadeniz’de sahili bulunan kentlerdeki gibi değil plajları. Gittiğimiz plajlarda dalga yoktu. Bizdekinin tersine deniz yavaş yavaş derinleşiyordu. Öyle alt dalga da yoktu. Ege ve Akdeniz sahillerinden burayı ayırmak mümkün değildi. Uzun sahile sahip olan plaj kalabalıktı.
Yol yorgunluğunu atmayı düşündüğümüzden hepimiz önce denize giriyoruz. Denize girmek için herhangi bir ücret ödemiyoruz. Deniz suyu sıcak. Plajın kumları da güneşi neredeyse emmiş. Herkes kendi şezlonguyla gelmiş. Biz denizden çıkınca havlularımızın üzerine uzanıp güneşleniyoruz. Yaklaşık iki saati burada geçiriyoruz. Özlem güneş kreminden veriyor bize. Ben hesapsız gelmişim kaldığımız yere sırayla gidiyoruz duş almak için. Saat 20.00’ye doğru Old City’e (Eski şehir) hareket ediyoruz. Kaldığımız yerden yaklaşık on kilometre uzaklıkta. Trafik akışkan ama yoğun. Yarım saati buluyor tarihi şehre varmamız. Old City’nin iki tarafı denizle çevrili. Bir yarım ada üzerine kurulmuş. 3 bin yıl önce kurulan şehir, 1983 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine girmiş. Yolda Osmanlı döneminden kalma değirmen var. Yaklaşık yüz yıl önce yapılan ahşap değirmen burayı ziyaret edenlerin ilgisini çekiyor.
Biz bir sonraki gün burayı gezmeyi planlıyoruz. Zaten Od City bir günde gezilecek gibi değil. Sağ ve sol tarafta büyük iki otoparka girmek için bekliyoruz. Kaç otomobil için boş yerin olduğu otoparkın girişindeki elektronik ekranda yazıyor. Bu sürücüler açısından önemli. Biz otoparkın sonuna doğru bir yerde boş alan buluyoruz. Hemen iniyoruz. Engin bir süre park etmek için çaba harcıyor. Güneş batmak üzere. Kızıllığı etrafa yayılmış durumda. Bir an akşam güneşine bakıp dalıyorum. Son zamanlarda yaşadıklarımı düşünüyorum. Olayları yeniden değerlendiriyorum. Kafamda ölçüp tartıyorum. Çok kısa süren bu dalma hali sanki yarım saat sürmüş gibi geliyor bana. Zamanı algılayışımız ruh halimizle de yakından ilgili. Kafamı boşaltmak için bu tatile çıktığımı hatırlatıyorum kendime. Akşama bir iz kalsın istiyorum bu sahilden özçekimle. Parkın yanından merdivenler var Old City’nin merkezine çıkan. Kaleyi otomobil ile uzaktan şöyle bir gördük ama. Kale ve çevresini gündüz gözüyle dolaşmak istiyoruz. Sokakları dar olan Old City’i yürüyerek dolaşmak mümkün.
Old City’de restoranlar ve turistik alış veriş merkezleri ile çok sayıda bira ve şarap tadım merkezi var. Ayrıca hâlâ yaşayanların olduğu tarihi köşk ve binalar da bulunuyor. Temelleri yığma taş üstü ise ahşap binalar çoğunlukta. Anadolu’nun farklı yerlerinde de bu tür binalara rastlamak mümkün. Bir kısmı yeni restore edilmiş. Bazılarında siyah cila kullanılmış. Ben kahverengi olan binaları daha çok sevdim.
Karşımıza ilk olarak kilise çıkıyor. Burada çok sayıda kilise var. Azizlerin bu şehri koruduğuna inanılmış. Bir süre Aziz Pareskeva Kilisesi’ne bakıyoruz. Işıklandırılmış haliyle büyüleyici. Saat geç olduğundan içine giremiyoruz. Taş oymacılığındaki incelik dikkat çekici. Gümüş gibi işlemişler. En etkileyici kilise Saint Sofia Kilisesi önünde kalabalık var. Kilise yıkılmış. Yüksekliği 19, genişliği 13 metre. 5’inci yüzyılın sonunda yapımına başlanılan bu kilise 6’ıncı yüzyılda ibadete açılmış. Şimdi kalıntıları var ama o haliyle bile geçmiş bir zamanın heybetini yansıtıyor.
Biz de Mahşerin Dört Atlısı olarak geceden bir anı kalsın istiyoruz. Recep bizi çektiğinden o fotoğrafta yok. Sonra şehrin dar sokaklarında ne var ne yok öğrenmeye koyuluyoruz. İlk günün yorgunluğu da eklenince oturup bir şeyler yemek içmek istiyoruz. Saint Sofia’nın önünde yer alan restaronda yemek yiyoruz. Ancak gün içinde çok su içmediğimizden peş peşe iki litre suyu bitiriyoruz. Ben kana kana su içince kendime geliyorum. Çalışanlardan biri Türk kökenli. Beyaz ev yapımı bir litre şarap, yanında domates ve peynir tabağı, istavrit, şarap sosuyla yapılmış midye, özel soslu patates salatası, iyi kızartılmış istavrit balığı yiyoruz. Bir şişe şarap daha içiyoruz. Hemen sonrası hafif bir yorgunluk çöküyor. Hesap 80 leva (1600 lira) geliyor. 5 kişi açısından çok uygun. Saat 23.00 civarı. Yürüyerek otoparka gelip otomobil ile kaldığımız otele dönüyoruz. Otelin yanında küçük bir market var. Geceyi birayla tamamlıyoruz. Saat 01.00 civarı uykumuz geliyor, odalarımıza çekiliyoruz. Yarın da ilk işimiz önce sabah denize girmek sonra yeniden Old City’i gündüz gözüyle tanımak.
(devam edecek)