Kemal ASLAN
Bugün Varna’dan ayrılacağız. Güneş erken doğduğundan Türkiye’deki gibi hemen yataktan kalktım. Ama diğerleri uyuduğu için oturdum bekledim bir süre. Her şeyin zamanında olmasını istediğim içim acaba Engin alış-verişe gitti mi diye düşündüm. Birden dış kapının açıldığını duydum. Engin “günaydın” diyerek poşetlerle benim kaldığım salona geldi. “Ağabey, kahvaltıyı bu kez ben “hazırlayacağım” dedi. İtiraz etmedim. Ben yumurtaları haşladım. Peynirleri tabaklara koydum. Diğer arkadaşlar da bu sefer erken kalktı. Kahvaltı sonrası eşyalarımızı toplayıp garajdaki otoparka götürdük. Ben boynuma astığım küçük çantamı unutmuşum. Otomobilin bagajını doldurmak ustalık istiyor. Çünkü kirli çamaşırlarımızı poşetlere koyduğumuzdan hacim kaplıyor. Engin ve Recep bagaj yerleştirme konusunda usta.
Önce yol üzerindeki bir plaja uğruyoruz. Bu artık bizim klasik davranışımız oldu. Varna’da son kez denize girmeden ayrılmak istemiyoruz. Varna- Balchik (Balçık) arası yaklaşık 45 kilometre en fazla bir saatte gidebiliriz. Rezervasyonumuz için de orada saat 15.00 gibi olmalıyız. Bu zamanı plajda geçirmek istiyoruz. Burada da iki şezlong bir şemsiyeye 24 Leva (480) lira veriyoruz. Burada fiyatlar Türkiye’deki gibi değişken değil, sabit. Nereye gidersen, ne yersen aşağı-yukarı ödeyeceğin para belli.
Deniz hafif dalgalı. Burgaz ve Varna’daki plajları Balchik’te arayacağız. Çünkü Karadeniz’in hırçınlığı dalgalarıyla orada kendini daha çok gösterecek. Şehir ve ülke değiştirmek insanın zihnindeki konulardan uzaklaşmasına yol açıyor. Yaşadığı sorunlara daha uzaktan, nesnel bakabiliyor. Yaşananlara süreç içinde bakabiliyor. Denizin dalgaları insanın tenine vurdukça gerçeklikle yüzleşmesi de daha çabuk oluyor. Paradoksal bir durum: Bir yanda insan kafasını dağıtmak, yaşadıklarını unutmak istiyor; diğer yandan yeniden hatırlıyor. Kısa sürede olsa anılara dalıyor. Zihnin kendine göre çalışma biçimi var. Onu doğal yoldan engellemek mümkün değil. Bu nedenle öğleyin plajın içindeki restoranda patates, balık, salata ve bira içiyoruz. Birkaç bira kafayı dağıtmaya iyi geliyor. Alkolik değilim ama sosyal ortamlarda içmeyi seviyorum. Şimdi biraz kafanın dumanlı olması lazım. Birkaç birayla da bu olmaz. Akşama hazırlıyorum kendimi. Saat 13.00 civarında Varna’dan ayrılıyoruz. Bir şehir de olsa vedalar hep hüzünlü olur bende. İki günde farklı mekânlarında, sokaklarında meydanlarında izlerim kaldı bu şehirde. Hiçbir şey yok olmaz ise belki bir gün biri bu izleri bulabilir. Vedalaşmayı sevsem de yaşadıklarımın etkisi, unutuş uzun sürer bende. Varna zihnimin bir yerinde kaldı. Bir kentten ayrılmanın hüznü içimi kaplıyor. Önde oturduğumdan kimse bu halimin farkında değil. Şehir yavaş yavaş geride kalıyor ben de an’a dönüyorum. Yol neredeyse boş gibi. Az sayıda araç var. Yol boyu ağaçların yeşilliğine bakıyorum. Yaklaşık bir saatte Balchik’e vardık. Kalacağımız yere gitmek için daha zaman var. Turistik eşya satan yerlere uğruyoruz. Burayı anımsatacak şeyler alıyorum
Balchik, Nazım’ın oğlu Memet’e Varna’dan seslendiği bir süre kaldığı yer. “oğlum Memet/karşıyaka memleket…” İnsan seslenişinin karşılık görmesini, seslendiği kişinin onu duymasını istiyor. Nazım da biliyor beyhude bir çaba ama yürek bu dinlemiyor. Üstelik derin bir memleket özlemi var hiçbir yerde gideremediği. Bir mekana duyulan özlem, sadece mekanın kendisinden değil, orada yaşanılanlarla ilgili. Hayatınıza giren, çıkan; zamanınızı değerli kılan insanlarla ilgili.
Nazım’ı Türkiye’den kaçarken bindiği geminin kaptanına yazdığı şiiri ile seslenişi geliyor sonra aklıma: “Çok yorgunum/ Beni bekleme kaptan”Memleketine bir gün dönmeyi arzu eden, tahayyül eden Nazım, kalp rahatsızlığı nedeniyle bunun gerçekleşemeyeceğinin farkında. Öleceğini hisseden Nazım, içinde bulunduğu gerçekliği zor da olsa kabul ediyor. Her zaman gerçekliğin kabulü mümkün olmuyor. Bunun için insanın kendisiyle yüzleşmesi, olanakları, olasılıkları dikkate alması gerekiyor. O, gerçekçi bir şair olduğundan yakın zamanda yaşayabileceği durumu okuyucusuna da böyle sezdiriyor. Engin, internetten bu şiirlerin öyküsünü buluğ okuyor. Sessizce gözlerimden yaş geliyor. Özlemin, kederin yüreğini burktuğu şairin içinde bulunduğu durumu anlamaya çalışıyorum. Bu ülkede kendin olmanın, aydın olmanın ne kadar zor olduğunu, sözünü söylemenin her dönem mücadeleyle mümkün olduğunu hatırlıyorum. İnsan, kederini, acılarını dostlarının yanında hafifletiyor. Onların varlığı her zaman güç veriyor.
Balchik’te Nazım’ın izini bulmak istiyorum ama google aramamıza rağmen bir şey bulamıyoruz. Ne bileyim bir müze ev oldur diye düşünmüştüm. Biraz hayal kırıklığı yaşıyorum.
Yolda ilerlerken Balchik Sarayı ve Botanik Bahçesi’nin önüne geliyoruz. Burayı gezmek istiyoruz. Ülkemizde son yirmi yılda tanınan olanaklar azalsa da ilk defa yurtdışında Sürekli Basın Kartımızın yararını görüyoruz. Birimiz dışında beşimiz bu olanaktan yararlanıyoruzSaray’a girmek için sadece 25 Leva (500) ödüyoruz. . Önce girip girmemekte tereddüt etsek de Ancak, Botanik Bahçesi için kişi başına 25 Leva; yani toplam 150 Leva -3.000 lira- veriyoruz.
Botanik bahçesi ile Romanya Kraliçesi Maria’nın Sarayı’nın bulunduğu bu alanda 2500’den fazla bitki türü var. Bern benzerini 1980’li yılların sonuna doğru Hayrettin Karaca’nın 13,5 hektarlık alanda kurduğu Arboretum’da görmüştüm. O zaman Kenan Evren Cumhurbaşkanı olarak burayı ziyaret etmişti. Biz basın mensupları olarak bu ziyareti izlemiştik. Sonra birkaç defa daha geldim haber yapmak için. Burası o kadar zengin çeşide sahip değil gibi geldi bana. Bir de İngilizce kursundan tanıştım Mehmet arkadaş vardı. O beni Nihat Gökyiğit tarafından yapılan Nezahat Gökyiğit Botanik bahçesini gezdirmişti. Onun ve eşinin emekleri çokmuş orada. Orada da farklı çiçekler vardı. Burasının peyzaj mimarisi etkileyiciydi.
Botanik bahçesinin peyzajı da etkileyici. Üniversite öğrencileri akademisyenlerle birlikte bu bahçesinin düzenlenmesinde çalışıyorlar. Durgun suyu kaplamış açmayı bekleyen nilüferler.
Az ilerde rengârenk çiçekler var. Doğanın bu kadar farklı renkleri içinde barındırması etkileyici. İnsanın ruhu dinleniyor. İlk defa burada bu kadar farklı kaktüs görüyorum. Kaktüsü seven eski yol arkadaşım geliyor aklıma. O en çok kaktüsü severdi.
Botanik bahçesinden plaj görünüyor. Gezimiz bittikten sonra burada da yüzeceğiz. Yolda yürürken tek katlı bir bina görüyoruz: Queens Winery House (Kraliçenin Şarap Evi). Burada rakı ve şarap var. Çok farklı meyvelerden yapılmış. Almadan önce tadıyorsunuz sonra isterseniz alıyorsunuz. Tatmak için herhangi bir ücret ödemiyorsunuz. Damağımız şaraba alışkın. Bu fırsatı kaçırmıyoruz. Gün ortasında küçük tadımlar iyi geliyor. Türkiye’de bu kadar farklı şarap çeşidi yok. Varsa da ben denk gelmedim. Meyveli, yıllanmış şaraplar etkili oluyor. Ben incir, hurma rakısını da deniyorum. Henüz yemek yemediğimizden kendimi iyi hissediyorum. Belki bunlar bir tür kaçmaya, sorunlardan uzaklaşmaya yol açıyor ama…
Bize şarap attıran kadın satın almamız için olmadık ikna tekniklerini deniyor fakat bizim tadımlığın ötesine geçmeye niyetimiz yok. 40 ila 60 Leva (800-1.200 lira) arasında değişiyor şarapların fiyatları.
Artık acıktık. Saat 14.00’ü geçiyor. Corona (taç)diye bir restoran var plaja çok yakın. Önce su istiyoruz. Sonra ev yapımı kırmızı şarap, balık, salata, peynir tabağı ve patates. 180 Leva (3600 lira) ödüyoruz.
Yemek sonrasının rehaveti çöküyor üzerimize ama az ilerde Dvoretsa-Saray- var onu görmeden turu tamamlamak olmaz. Camili- Saray olarak da biliniyor burası. Romanya Kraliçesi Maria’nın yazlık rezidansıymış burası. Ünlü yönetmen Frances Ford Coppola 2007 yılında çektiği Youth Without Youth-Geç Gelen Gençlik-adlı filminde mekân olarak burayı kullanılmış.
Srayın yapılma öyküsü de kendisi kadar ilginç. Kraliçe kendinden 40 yaş küçük âşık olduğu genç Müslüman –Türk balıkçı ile birlikte olmak için bu sarayı yaptırmış. Âşıklar burada buluştuğu için bu mekâna “sessiz yuva” da deniliyor. Kraliçe de olsanız aşkınızı açık biçimde, gözler önünde yaşamanız mümkün olmaz. Bu nedenle kraliçe gözlerden ırak bu yerde saray yaptırmış.
Kraliçenin ve sevgilisinin mutlulukları pek uzun sürmemiş. Balıkçı Hasan’ın ölümü üzerine kraliçe saraya İslami motifleri de ekletmiş sevgilisinin anısına. Sevdalınız ölse de yaşadıklarınızı unutmanız kolay olmaz. Kraliçe de olsanız izleri kalır o mutlu günlerin. Unutmak kolay değildir bazen yaşananları… İki giriş kapısı var sarayın. Denizden 17 metre yükseklikte. Giriş sergi salonu olarak kullanılıyor. Bizim ziyaret ettiğimiz sırada da bölgenin özelliklerini yansıtan eserler sergilenmişti.
Sarayın ikinci katında o dönemde kalan eserler bulunuyor. Girişte holde dönemin ince zevkini yansıtan oymalı bir dolap var. Bunun devamındaki küçük odada kraliçe Maria’nın yanı sıra Hazreti Meryem’in portresi var. Yerde de kocaman bir haç bulunuyor. Kraliçe Hıristiyan olarak inancını sürdürdüğünü göstermek istemiş olabilir. O dönemde sevgilisi uğruna bir kraliçenin din değiştirmesi oldukça zor görünüyor. Hem de Avrupa’da korkulan, istenmeyen bir dinin…
Odanın yan tarafında banyo bulunuyor. Devamında ise yatak odası… Sonra kocaman bir salonda buluyoruz kendimizi. Burada sarayda yapılan arkeolojik kazılara ait fotoğraflar yer alıyor. O bölümlerde çalışmalar sürdüğünden göremiyoruz. Ama taş işçiliğinin inceliğini fotoğraflardan saptamak mümkün. Sarayın verandasından plaj çok güzel görünüyor. Birazdan biz de Karadeniz’in sularına bırakacağız kendimizi. Saraydan çıkıp plaj yönüne giderken Kraliçe’nin holografik görüntüsünün bulunduğu bölüme geliyoruz. Hülya ve Özlem merak edip içeri giriyorlar. Kraliçenin canlandırılmış ve bir kadın tarafından seslendirilen üç boyutlu görüntüsü karşılarına çıkmış. Pek hoşnut olmamışlardı yaptıkları tercihten.
Saraydan dışarı çıkıp plaja geçiyoruz. Burada soyunma kabinlerinin olması bir avantaj. Gerçi biz her duruma alışık olduğumuzdan mayolarımızı önceden giydik. Burada gölgeli yerler olduğundan şezlong ve şemsiyeye para vermiyoruz. Plaj halka açık. Deniz dalgalı, Varna’daki plajları özleyesim geliyor. Ancak plajın hemen yanında bar var. Orada Cuba Libre’yi deniyorum ilk kez. Coca Cola, rom ve buzlu limon suyu ile yapılıyor. Uzun zaman sonra ilk kez kola içiyorum alkolle birlikte.
Piste baştan çıkaran müzik çalıyor. Az sayıda kişi dans ediyor. Ben de içimden “hayalimdeki partnerimle” dans ettiğimi düşünüyorum. Böyle ortamlar insan da özlemi daha da arttırıyor.
İnternet üzerinden yazıştığımızdan kalacağımız yere doğru otomobil ile hareket ediyoruz. Bir gün için 170 Leva (3.400 lira) ödüyoruz. Saat 20.0’ye geliyor. Hafiften acıkıyoruz. Bu sefer Balchik’in sahilindeki restoranların olduğu bölgeye gidiyoruz. Uzaktan liman görünüyor. Deniz masmavi. Gün daha sürüyor; güneş daha batmadı. Geçtiğimiz bir restoranın içinde bir adam saksafon çalıyor. Slow müziğin baştan çıkarıcılığını iliklerime kadar hissediyorum. İçimde durduramadığım dans etme arzusu. Şimdilik bir heves olarak kalıyor. Yurda dönüşte olur kısmetse diyorum. Restoranlar henüz dolu değil. Yavaş yavaş insanlar doldurur buraları. Bir başka mekânın önünden geçerken saksafonu görüyoruz. Müzisyen oturmuş dinleniyor ve çalacağı zamanı bekliyor belli ki. Saksafon tek başına yeterli insanı havaya sokmak için.
Deniz kenarındaki yerlerden birinin adı tanıdık geliyor: Kurukahveci Mehmet Efendi ve Mahdumları. Sadece kahve yok. Yiyecek içecek de var. Yürürken parkın bir köşesinde Şarap Tanrısı Dionysus’un büstüyle karşılaşıyoruz. Onunla bir fotoğraf çektirmeden olmaz. Dikkatimi burnu çekiyor. 1970’lerde İstanbul ve Ankara’da heykellere yapılan saldırıların bir benzeri olmuş. Heykelin yeniden yapılan burnu dikkatli bakınca belli oluyor. Demek ki heykel düşmanlığı bazı ülkelerde devam ediyor hala.
Epey dolaştıktan sonra bir restorana oturuyoruz. Gün yoğun geçti. Ev yapımı beyaz şarap, deniz ürünleri, salata söylüyoruz. Yaklaşık 180 Leva (3.600) lira ödüyoruz. Yediğimiz ve içtiğimiz düşünülürse uygun. Saat 24.00’e geliyor ve biz kaldığımız yere dönüyoruz. Yanda havuz var. Elimizde biralarımızla çıkıp oturuyoruz. Gece yıldızlı. Ay yüzünüz gösteriyor. Değişik konularda bir saat kadar sohbet ediyoruz. Yarın saat 11.00’de ayrılacağız buradan.